YÜZ GÖRÜMLÜĞÜ
Ayfer Erdoğan
O sabah, elime tutuşturulan bilgilendirme notundan, röportaj yapacağım doktorun sahibi olduğu Ersümer Göz Hastanesini bulmam pek de zor olmamıştı. Randevu saatine on dakika kala hastanenin girişindeki döner kapıdaydım. Büyük bir otel lobisini andıran hastanenin danışmasındaki görevliye eğilerek, biraz nefes nefese kalmış bir ses tonu ile;
“Saat 10.00’da Doktor Mehmet Ersümer ile röportaj randevumuz vardı.” dediğimde
“Mehmet Bey, sizi altıncı kattaki bürosunda bekliyorlar efendim.” cevabını almıştım.
Büronun olduğu kata kadar yanımda eşlik eden personele aldırış etmeden saçımı, üstümü ve eteğimi el yordamı ile düzeltebilmiştim. Çocukluğumdan bu yana doktor ve hastanelerden hep tedirginlik duyduğumu anımsayıp bir parça ürperdim. Büroya girmeden tüm bu ürpertilerimi yok etmek istediğimden önce yutkundum, sonra hafifçe öksürdüm. Ses tonumu ayarlamaya çalıştım. Büroya kadar eşlik eden personel, kapıyı tıklattıktan sonra, içeriden “girin” komutunu duyunca heyecanım bir parça daha artmıştı. Görevli beni içeriye buyur etti ve ardımdan kapıyı kapattı. Beni görünce oturduğu bordo deri koltuktan zarif bir hamle ile kalktı. Yanıma kadar gelip yeşilin her tonunu hapsettiği gözleri bir bakış atarak;
“Oya Hanım, lütfen buyurunuz. Ben de sizi bekliyordum. Açıkçası derginizin benimle röportaj yapacak olmasından dolayı oldukça gururluyum. Öncelikle çok teşekkür ediyorum.” dedi.
Cümlesini bitirdiğinde bana gösterdiği oldukça rahat koltuklara karşılıklı oturmuştuk. Beyaz önlüklü olmasını beklediğim Mehmet Bey, yaşına göre oldukça yakışıklıydı. Üzerindeki lacivert kot pantolon, beyaz gömlek ve kareli spor ceket tarzını yansıtıyordu. Ak saçları kısa kesilmiş ve düzgün taranmıştı. Giriş sohbetimizi yaparken, zarif, ince belli bardaklarda dumanı üstünde tüten çaylarımız da gelmişti. Yanında da gümüş bir servis tabağında kırmızı meyvelerden yapılmış tartoletlerden vardı. Ben ses kayıt cihazımı hazırlayarak zaman kaybetmek istemediğimi belirttim. Öyle ya, saat 13.30’da diğer röportajıma yetişmem gerekiyordu. Çayımdan keyifli bir yudum aldıktan sonra Mehmet Bey’e sıcak bir ses tonuyla sorumu yönelttim.
“Mehmet Bey, Ankara’da çok tanınmış bir göz doktorusunuz. Yirmi beş yıldır, sahibi olduğunuz hastanede haftanın bir günü dönüşümlü olarak muayene ücreti almadan hizmet verdiğinizi hatta operasyonlar yaptığınızı biliyoruz. Biz sizi daha yakından tanımak istiyoruz. Mehmet Ersümer kimdir? Nasıl bir coğrafyada doğmuştur, içine doğduğu ailenin bu mesleği seçmesinde bir etkisi olmuş mudur ? Evet söz siz de efendim.”
Birazdan neler duyacağımı tahmin edemediğim için merak içindeydim. Doktor Mehmet Bey, sıcak samimi bir ses tonuyla anlatmaya başladı;
“1944 yılında, Ağrı ilinin Doğubeyazıt ilçesinin İran sınırına yakın Kızılkaya Köyü’nde, ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Annem ve babam çok gençler tabii. Benden iki yaş büyük bir ablam var. İsmi Fatma. Çok yiğit bir kızdı. Onunla yaşlarımız yakın olduğu için abla kardeş gibi değil iki arkadaş gibi büyümüşüzdür. Köy ortamında, yaptığımız haylazlıkları halen anlatır eski günleri yad ederiz. Malumunuz doğduğum coğrafya, tarıma pek elverişli olmayan, hayvancılığın yaygın olduğu kırsallar. Evimizin altında büyük baş hayvanlarımızın olduğu iki katlı üç göz evimizin her ayrıntısını anımsarım. Mavi Gelin, Tombul, Kara Gözlü gibi yaratıcı isimleri ablamla bulur, hayvanları arkadaşımız gibi görür, bu isimler ile seslenirdik. Bundan pek keyif alırdık. Bazen babamın nazarında hayvanların, bizden daha değerli olduğunu konuşurduk. Öyle ya onlar para kazandırıyordu.
Şimdilerde ne zaman bir köye davet edilsem, sıra sıra rengarenk yorganların, döşeklerin, saten başlı dantel ağızlı yastıkların bulunduğu üstü örtü yüklüklere iç geçirerek bakar, odanın kokusunu içime çekerim. Kışın en soğuk günlerinde üzerime örtülen o ağır yün yorganların huzurunu hiçbir otelde hatta evimde bile duyamıyorum. Gece yatarken elimi yastığımın sateninde gezdirir, bundan mutluluk duyardım.
Evin yükünü daha çok rahmetli anacığım çekerdi. Çok zeki bir kadındı ve bizlerin okuması için hep önayak olmuştur. O zamanın şartlarını düşündüğümüzde müthiş bir öngörü diyebilirim. Köyün çeşmesi ve yalaktan su içtiğimiz günler. Çocukluk anıları kıymetli hazinelerimiz, öyle değil mi Oya Hanım?” diyerek, çaylarımızın tazelenmesini beklerken camekanlı dolabın içindeki dört sıra rafın plaketler ile dolu olduğu dikkatimden kaçmamıştı. Çocukluğuna döndüğü bu dakikalarda yüzündeki o tebessüm görülmeye değerdi. Ve devam etti;
“Köyümüzde nüfus az olduğu için eski bir ilkokulumuz vardı. Aileler kız çocuklarını pek okula gönderme taraftarı değillerdi. Ablam sonradan okuma yazma öğrenmiştir, ama çok akıllı bir insandır ve ondan fikir aldığım çok olmuştur. 1950 yılının soğuk ve kış şartlarının kendini iyice hissettirdiği ilk ayları diye aklımda kalmıştır. Annemin ve babamın yine köyde çalıştığı bir gün ablamla evde kendimizce oyalanırken birden sol gözümün ağrıdığını hissetmeye başlamıştım. Sanki yumruk yemişçesine bir ağrı tüm yüzümü kaplamıştı. Ablam göz kapağımın kızardığını bana söylese de kerpiç odanın duvarında asılı olan aynaya yetişmemiz mümkün görünmüyordu. Gözüm görmemeye başlamıştı. Çok korkmuştum. Kara bir kuyuya atmışlar gibi bir yandan söyleniyor bir yandan da ağlıyordum.
Ablam Fatma ne yapacağını şaşırmış durumda beni teskin etmeye çalışıyordu. Babam önden eve girdiğinden sesimi duymuş olacak ki neden ağladığımı sorup, bir de kulağımdan çekmişti. Babam bize pek düşkün değildi. Bu yaşıma geldim, babamı sevip sevmediğimin cevabını kendime vermiş değilimdir. Vefat edene kadar da saygımı hürmetimi ilgimi esirgememişimdir. Anacığım beni o halde görünce çok üzülmüş ve babama ‘İbrahim, çocuğu ilçeye, doktora götürelim.’ dese de, tüm çabası nafileydi. Akşam olmak üzereydi, karanlık çökünce bizim de ruhlarımız içimize kaçar, köy sessizliğe bürünürdü. Her gece sınırın ötesindeki çocukları düşler, bize benzeyip benzemediklerini merak eder dururdum. Anacığım dövünmeye başlamış, sabahı zor etmişti. Babam ile fısıltılı tartıştıklarını duymuştum. Anacığım yanıma geldi. Ağrıyan göz kapaklarımı kırpıştırmaya başlamıştım. Beni acele ile kaldırıp kalınca giydirdi ve Doğubeyazıt’a gideceğimizi söyledi. Ne olduğunu anlamam çok zamanımı almamıştı. Babam arkamızdan ‘Nereye gidiyorsunuz Fidan, belanızı mı bulacaksınız?’ diye bağırarak söylenmişti. Anacığım elime yapışmış, yolumuzun uzun olduğunu vakitlice ilçede olmamız gerektiğini söylemişti.
Sonradan köyden on kilometre uzakta olduğunu öğrendiğim ilçe hastanesine yolculuğumuz başlamıştı. Kah yanında yürüyordum, kah sırtında taşıyordu. Yorulduğumuzda sırtımızı bizim gibi yalnız yorgun bir ağacın kamburuna yaslıyorduk. Anacığımın omuzuna yandan bağladığı çiçek desenli bez çantada biraz kuru tandır ekmeği, biraz peynir ve pestil vardı. Ağır olmasın diye de plastik küçük bidona su koymuştu. Suyumuz bitmesin diye azar azar içiyorduk Çok az zaman dinlenebilmiştik. Yerde kar yoktu ama heryer çamur içindeydi. Ayağımızdaki naylon çizmeler ile bata çıka yol alıyorduk. O yol bana çocuk aklımla bir ömür kadar uzun gelmişti. İçimden kızmıştım. Hem gözüm acıyor hem de yürümekte zorlanıyordum.
Doğubeyazıt’a ulaştığımızda güneş tepemizdeydi. Güneşe doğru bakamıyordum ama sıcaklığını hissediyordum. Hastanenin göz doktorunun beni muayene etmesiyle teşhisini koyması bir oldu. ‘Trahom’ olmuştum. Sonra da açıklamasını yapmıştı. Mikrop kapmışım. İlk müdahaleyi yaptığını bir gün daha geç kalsaymışız gözlerimi kaybedeceğimi söylemişti. İleri tedavi için Ağrı’ya hemen gitmemiz gerektiğini de belirtmişti. Anacığım Ağrı’ya nasıl gidecekti? Parası var mıydı ki? Fakirlik çok zordur. Yokluğu çekmeyen bilemez. Anacığım beni alıp bir tanıdıklarının evine götürmüştü. Doğubeyazıt küçücük ilçe. Beni tanıdıklarına teslim edip boynunda siyah kurdaleye takılı yarım altınını kuyumcuya bozduracağını söylemişti. Babam evlendiklerinde yüz görümlüğü takmış. Ne demekse ‘Yüz Görümlüğü’ anlayamamıştım.
Önceden de gelmişiz ama Ağrı Dağının heybetini sızlayan gözlerimle dahi olsa fark ediyorum. Anacığımın gelmesi uzun sürmedi. Bir saat kadar tahta divanda dinlenip, ikram ettikleri çorbadan içip yola koyulmamız gerekiyordu. Öyle de yaptık. İlçenin merkezindeki minibüs durağından sırası gelene bindik. İçerisi biraz yokluk, çokça tütün kokuyordu. Doğubeyazıt Ağrı arası kötü taşlı bir yol. Minibüs her sallandıkça gözüm acıyordu.
Ağrı Devlet Hastanesi sağlı sollu ağaçların olduğu bir bahçenin içindeydi. Karga seslerini anımsıyorum. Benden önce iki hastanın muayenelerinin bitmesini beklemiştik. Doktor bir teyze görmüştüm ilk defa. Hem şaşırmıştım hem de tuhafıma gitmişti. Kadından doktor oluyordu demek ki. Anam da okusa en güzeli olurdu. Doktor da olurdu kaymakam da. Doktor teyze o gece hastanede yatmam gerektiğini söylemişti. Anacığım da bulduğu bir taburenin tepesinde sabahlamıştı. Tedavim beş gün sürmüştü. İyileşmiştim. Sol gözümde hafif görme problemi yaşasam da şu dünyanın tüm renklerini güzelliklerini görebiliyorsam başta anneme, sonrada isminin Asiye olduğunu öğrendiğim doktor teyzeye borçluyumdur.
Köyümde ilkokulu bitirip, babamın tüm itirazlarına rağmen, bölge yatılı okulunda ortaokul ve liseyi tamamlamıştım. Çocukluğumda hayalini kurduğum mesleğe bir adım daha yaklaştığımı hissediyor, zor şartlara rağmen bulduğum her fırsatta ders çalışıyordum. Aileme yük olmamak için sebze halinde bulduğum her işe koşturuyordum.
60’lı yılların başında anacığımın biriktirdiği yol paraları ile sınavlarına girip kazandığım Ankara Tıp Fakültesi’ni iyi bir derece ile bitirmiştim. Uzmanlık alanımı göz seçmeye ilk yıllarda karar verdim. Tıpkı beni tedavi eden doktorlar gibi ben de hastalarıma şifa verecektim. Dünyayı daha iyi görmelerini sağlayacaktım. Hayatın anlamı benim için buydu ve işime mesleğime, hastalarıma hep saygı ile hizmet etmeye özen gösterdim. Yıllarca farklı illerde görev yaptım. Kazancımın kıymetini bildim. Artık daha büyük bir adım atmalıydım. İşte bu adımın bir sonucudur Ersümer Göz Hastanesi. Bir göz hastanemizi de Ağrı ilinde eş zamanlı açtık. Haftanın bir günü, imkanı olmayan hastalara ücretsiz hizmet ediyor olmanın huzurunu yaşıyorum. Gerektiği durumlarda operasyonlarını da gerçekleştiriyoruz ve hasta yakınlarımızı da hastanemizde ağırlıyoruz. Her ay birkaç günümü Ağrı’da bulunan hastanemizde geçirmeye gayret ediyorum. İşte bu mesleğe, branşa karar vermemdeki en büyük etken benim de ciddi bir problem yaşamış olmamdır. Hastaların hayır dualarını almak, beni ziyadesi ile mutlu ediyor. Şu an yetmiş altı yaşındayım ve sağlığım elverdiği sürece hizmetlerimize devam etmek en büyük arzum. Hafta sonları fırsat buldukça tempolu yürüyüşler yapıyorum. Sigara kullanmıyorum. Ayrıca yazarlık eğitimi aldım ve otobiyografimi kaleme almaya başladım.” diyerek son sözünü söylemişti.
Röportajın ne kadar sürdüğünü tahmin edememiştim. Saatime baktım 12.05’i gösteriyordu. Beni etkileyen bir röportaj olmuştu. İzin isteyerek kayıt cihazımı durdurdum. Misafirperverliğinden dolayı Mehmet Bey’e teşekkür ederek bürosundan ayrıldım. Kapıya kadar beni geçirdiğinde aşağıya asansörle değil, merdivenle inmek istedim. Siyah mermer basamakları adımlarken, kendi alanında farklı insanları tanıdığımı, onların hayatlarına konuk olmamı sağlayan ne kıymetli bir mesleğimin olduğunu düşünüp minnettarlıkla gülümsedim.
İki saat önce girdiğim döner kapıdan şimdi çıkıyordum. Yüzümü gökyüzüne doğru kaldırıp gözlerimi kapadım. Az önce yağan yağmurun toprakta bıraktığı kokuyu önce ciğerlerime, oradan da ruhuma kadar soluyarak bir sonraki röportajıma yetişmek üzere arabama doğru yola koyuldum.
12.08.2020
- Kale by LyraThemes.com.