Oyun Yazarlığı Üzerine Sıkça Sorulan Sorular
Bu yazıda, oyun yazarlığı üzerine sıkça sorulan soruları ve bu soruların cevaplarını okuyabilirsiniz.
Bu yazıda, oyun yazarlığı üzerine sıkça sorulan soruları ve bu soruların cevaplarını okuyabilirsiniz.
DUMAN
Çetin Zor
Bitkin bir halde girdiği karanlık odanın penceresine düşen sokak lambasının ışığı, hafifçe içeri süzülüyordu. Her koltuk gölgesi uzamış, her sandalye başka bir adam olmuştu. Gömleğinin cebinden az önce sarılan sigarayı aldı. Camın hemen yanındaki koltuğa oturdu. Ayaklarını yalnız olmanın rahatlığı ve çektiği zulmün yorgunluğuyla sehpaya uzatarak kibritini çaktı. Ağzına götürdüğü sigaranın ucundaki kav artık alevlenmiş, tütünü tutuşturuyordu. Derin bir nefes çekti. Sanki ateş de onunla nefes almıştı. Bir nefes ve bir nefes daha, şimdi ciğerlerine doldurduğu duman sinir uçlarından beynine doğru yükseliyor, saç diplerinden dışarı fışkırıyordu. Şakaklarındaki basınç bir artıyor, bir azalıyordu. İçinden gelen tam da buydu belki, bir tebessüm ve bir damla gözyaşı. İyice gevşedi. Koltuğa iyice gömülmüştü artık. Tam karşısındaki duvarda dışarıdan gelen ışığın etkisiyle gölgeler dans ediyordu. Dans yavaşladıkça gölgeler belirginleşiyor, belirginleşen gölgeler vahşileşiyordu. Ortadaki gölge dizlerinin üzerinde ve diğerleri…
Bir nefes ve bir nefes daha…. Görmemek için gözlerini kapattı. Şimdi beyninde henüz çok taze olan görüntüler, yaşlar bir damlada durmadı bu sefer. Sandalyenin yerde çıkardığı sesle irkildi. O kadar ağırlaşmıştı ki tüm vücudu, zorla göz kapaklarını aralayabildi. Karşısından kaçan ayyaşı gördü. Ne işi vardı ki onun burada? Gözlerini tekrar karşıdaki duvara dikti. Gölgeler hala dans ediyorlardı. Başındaki duman, şakaklarındaki basınç, dudağındaki gülümseme ve gözlerinden dökülen yaşlar. Kimseyi istemiyordu yanında. Parmak uçları aralandı. Sigara artık ellerinin arasından uçup gitmişti. O hala boş gözlerle duvardaki gölgelerin dansını izliyordu.
‘’Büyük salgın üzerinden kırk yıl geçti. Bütün dünya çok büyük acılar çekmiş salgın sırasında. Salgın ilk başladığında çok önemsenmemiş, ölümler düşük oranlardaymış. İlk yıl ne olduğunu anlamaya çalışırken kısmi kısıtlamalarla korunmaya çalışmış tüm dünya. Aşı ve ilaç bulma çabaları, hatta ülkeler arasında yarışları başlamış. Kısıtlamalarla birlikte çalışma hayatı da olumsuz etkilenince ekonomik sıkıntılar çıkmış. İnsanlar açlıkla karşı karşıya kalmışlar. İlk yılın sonunda bulunan aşıyla beraber tüm dünya umutlanmış, bununla beraber aşı savaşları da hızlanmış. Aşıya ulaşabilen uluslar, aşılama çalışmalarına başlamışlar. Ulaşamayanlarsa hem hastalık hem de açlıkla mücadeleye. Aşı çalışmaları hızlandıkça beklenmedik etkiler görülmüş. Aşılanan birçok kişi ölünce, tekrar araştırmalar hızlandırılmış. Bu araştırmaların sonuçları ise aşıya ulaşamayan halklar üzerinde denenmiş. Başarısızlıklar arttıkça ölümler artmış. Ölümler arttıkça isyanlar. İkinci yılın sonuna doğru asıl kabus ortaya çıkmış. Virüse karşı yapılan araştırmalarda yeni yöntemler denendikçe, DNA çalışmaları hızlanmış. Bu çalışmaların etkisiyle mutasyona uğrayan virüs çok daha ölümcül ve bulaşıcı hale gelmiş. İnsanlar yollarda yürürken dahi enfekte olup daha evlerine varamadan ölmeye başlamışlar. Sonuç olarak büyük kapanma gelmiş. Sokağa çıkma yasakları başlamış. Tabii bu yasaklara herkes gönülden katılıyormuş. Sokaklara sadece özel kıyafetli polisler ve yine özel kıyafet zorunluluğu getirilen kuryeler çıkabilmişler. Üretim tamamen durduğu için kıtlık da başlamış. Artık evlerde hem hastalıkla hem de açlıkla mücadele varmış. Bu mücadeleyi evlerinde veremeyen, aç kalan ve yaşadıkları evlerde yakınları ölen insanlar, sokaklara çıkmaya karar vermişler. Evlerinde açlıktan ölmek ya da delirmektense dışarıya çıkıp şanslarını denemek istemişler. Sokağa çıkan insanların karşısına çıkan polis ise kesin talimat almış, uyarı yapılacak, içeri girilmezse gözaltı veya dağıtmaya çalışma gibi risklere girilmeyecek, ateş açılacakmış. Bu hareket sonucunda yüz elliden fazla vatandaş polis kurşunuyla ölmüş. Sokağa çıkanlar ölülerini bırakarak kaçmak zorunda kalmışlar. Devleti yönetenler, sokağa çıkanların silahlı terörist olduklarını, virüs taşıdıklarını anlatmış. Haftalarca polisin büyük bir ayaklanmayı kahramanca nasıl bastırdığı propagandası yapılmış. Halkın bir kısmı bunlara inanmış. Yakınları, komşuları, arkadaşları ölenlerse neler olduğunu çok iyi biliyorlarmış. Kulaktan kulağa, elden ele, sosyal medya üzerinden gerçekleri anlatmaya başlamışlar. Tepkiler büyüdükçe iletişime kısıtlamalar gelmiş. Sonrasında ayaklanmalar, isyanlar… Tüm dünyada benzer direnişler yaşanmış ve benzer vahşetler uygulanmış. Sokaklara kan ve ölüm hakim olmuş. Halk zayıfladıkça yönetimler güçlenmiş. Baskılar artmış. 2026 yılına gelindiğinde ise hiç beklenmedik bir şey olmuş. Tüm uğraşlara rağmen başa çıkılamayan virüs kendi kendine ortadan kalkmış. Bu süre içerisinde dünya üzerinde iki milyardan fazla insan ölmüş. Kimi hastalıktan, kimi açlıktan, kimi polis kurşunuyla. Her ev, her aile kayıp vermiş. Benim babam hem annesini hem babasını kaybetmiş. Henüz yirmisinde tek başına kimsesiz kalmış.
Hepiniz hoş geldiniz. Ben Handan, sadece Handan. Bize yıllardır anlatılan kahramanlık hikayelerinin aslını anlattım kısaca sizlere. Birçoğunuz biliyorsunuz aslında. Salgın sonrası hızlanan robotlaşma, tüm üretimin insan elinden alınıp otomasyona dönüşmesine neden oldu. Bu sayede de her beş kişiden dördü işsiz kaldı. Aslında bunu da biliyorsunuz. Çalışan her beş kişiden biri kendi mesleğini yapıyor. Mesleğinin dışında kalan çalışanlarsa sadece açlıktan kurtuluyorlar. Kendi mesleğini yapanlardan sadece dört kişiden biri kazandığıyla istediklerini alabiliyor. Fakat bunların da sadece her ikisinden biri istedikleri yere, istedikleri zaman gidebiliyorlar. Onlar kimler mi? Hepiniz bu sorununun da cevabını biliyorsunuz. Bu yayını yaklaşık iki dakika sonra kesecekler. Bana da ulaşacaklar, bunu da ben çok iyi biliyorum. Hepimizin sağ bileğine yerleştirdikleri takip cihazları sayesinde nerede olduğumuzu ve ne yaptığımızı çok iyi biliyorlar. Bu yayını durdurmak için de sadece o sihirli sözcüğün ağzımdan çıkmasını bekliyorlar. Her bin kişiden sadece birinin rahatça yaşayabildiği bir toplum, insanlıktan çoktan uzaklaşmış demektir. Sizlere bunca zamandır söylenen yalanlara inanmaktan vazgeçmemiz gerektiğini söylüyorum. Sizlere hür olmadığımızı anlamamız gerektiğini söylüyorum. Sizlere köle olduğumuzu fark etmemiz gerektiğini söylüyorum. Sizlere özgürlüğümüz için mücadele etmemiz…. Pislikler, kestiler. Hareket etmeliyim hemen.’’
Handan, yayın yaptığı çatıdan hemen ayrıldı. Merdivenlerden hızla aşağıya doğru koşmaya başladı. Sekiz katlı binanın merdivenlerini çabucak indi. Amacı polis gelmeden oradan ayrılmaktı. Dış kapıyı açtığında, artık karşısında onlarca polis vardı. Geri dönmek istedi. Olmadı. Artık yüzüstü yerde yatıyordu. Belinin çukurunda bir polisin dizi. Elleri arkadan birleştirilmiş. Plastik kelepçe tam kontrol için bileğine yerleştirilmiş olan mikro devrenin üzerine bastırıyordu. Bir başka polis daha geldi. Dirseklerinden tutup kaldırdılar. Ayakları yere değmiyordu bile. Ekip arabasına bir çöp çuvalı gibi fırlatıverdiler. Ekip arabasının kapısı kapandığında neler olabileceğini düşünmeye çalıştı. Fakat bir türlü kafasını toparlayamadı. Camı olmayan küçücük kısımda, nefes almak bile güçtü. Göğsü sıkışıyor, nefes almaya çalıştıkça daha havasız kalıyordu. Damarları tamamen şişmiş, patlamak üzereydi sanki. Bir de bütün bunların üstüne araç hareket etti. Hızla giderken her dönemeçte savruluyor, aracın o duvarından diğer duvarına çarpıp duruyordu. Ter içinde aklından geçenleri kontrol etmeye uğraşıyor, başaramıyordu.
Araç merkezin önüne geldiğinde kapıyı açan polisler, Handan’ı baygın halde buldular. Aracın içerisinden sürükleyerek içeriye taşıdılar. Kendine geldiğinde küçük camından ışık sızan, büyük bir odadaydı. Henüz odayı incelemeye çalışırken, kapı açıldı. İçeri giren polislerden biri kelepçeyi kesip çıkardı. Emreden tonuyla ‘’Kalk! Kemer, toka, kolye, saat, ayakkabı, metal ne varsa çıkar ve şu kutuya koy!’’ dedi. Arabada savrulmaktan her yeri ağrıyordu. Dediklerini zor da olsa yaptı. Sonra başka bir polis ‘’Soyun!’’ Şaşkınca o tarafa döndüğünde diğerlerinin kahkahaları odayı kapladı. Aşağılamalar, tacizler, tehditler… Kaçmaya çalışmak geçti aklından, mümkün olmadığını bildiği halde. Bağırmak istedi. Fakat kim duyacaktı? Sonra iki polis ellerinden tuttu, gözlerini bağladılar. Başka bir odaya götürdüler onu. Fark edebildiği, odada kendinden başka üç kişinin olduğuydu. Artık tehdit yoktu. Dizlerinin üstündeydi. Az önce söylediklerini yapıyorlardı. Acı çekiyor ama bağıramıyordu. Gözünden akan yaşları bile aldılar elinden. Utancı tüm acısını bastırıyordu. İşkencenin insanlığın varoluşundan beri yapılıyor olmasının sebebi, herhalde yapanların bir süre sonra bundan zevk almaya başlamalarıydı. Sorular, sorular fakat cevabı yoktu hiçbirinin. Kimseyle beraber değildi. Herhangi bir örgüt de yoktu ortada. Tek istediği özgürce yaşamaktı. Bu işkence iki gün sürdü. Merkezin önündeki aracın kapısı açıldı. İçeriden yarı baygın çıkarılan kadın, arka koltuğa yatırıldı. İki polis ön tarafa oturdu. Kentin eski merkezine doğru yola çıktılar. Artık çöpe dönmüş olan deniz kenarından geçerken araç iyice yavaşladı. Rampaya doğru dar bir sokağın köşesinde durdu. Ön taraftan inen polis, arka kapıyı açtı ve orada yatan kadını çöplerin dibine bırakıverdi.
Hava karardığında kendine geldi. Yüzünde en ufak bir darbe izi bile yoktu. Bunu bilerek yapıyorlardı. Kalktı, etrafına bakındı. Nerde olduğunu anlamaya çalışıyordu. Burnuna gelen çöp ve ölmüş balık kokusundan Kadıköy’de olduğunu anladı. Evine birkaç sokak vardı. Sendeleyerek yürümeye çalıştı. Yıkık dökük binaların önünden geçti. Ayyaşı gördüğünde yanına yaklaştı ve iki sigara sarmasını istedi. Beklerken dayanamadı, yere oturuverdi. Sigaraları uzatan ele parasını koydu. Kalkacak durumda değildi. Ayyaş elinden tuttu. Destekle birlikte ayağa kalktı. Tuttuğu eli bırakmadan yürümeye başladı. Evin olduğu kata çıktıklarında, bir ömür geçmişti sanki. Elleri titriyordu. Anahtarı tuttuğu ele uzattı. Kapı açılıp içeri girdiklerinde ışığı açmaya niyetlendi, sonra vazgeçti.
İkinci sigarayı yaktığında çıkan duman, duvardaki gölgelere karışmaya başladı. Artık dans bitmiş, gölgeler sabitlenmiş, duman havada asılı kalmıştı. Sanki beyni de duman kaplıydı şimdi. Sağ kolu, avucu yukarıya doğru açık koltuğun kenarına düştü. Gözü bileğine yerleştirilmiş olan mikro devreye takıldı. Sokağa doğru kaydı bu sefer gözleri. Denizlikte duran falçatayı gördü. Sol eli fark etmeden onu almıştı bile. Sert bir acı hissetti sağ elinde. Bu, merkezde hissettiği acı ve utançtan fazla değildi. Bileğindeki devreyi çıkarmıştı artık. Süzülen sıcaklığı hissediyordu. Hafifçe gülümsedi. Şimdi hiç olmadığı kadar özgürdü. Sendeleyerek kalktı, duvara gölgelerin yanına gitti. Gölgelerin arasına bir şeyler yazmaya çalıştı. Şimdi yavaş yavaş ayakları uyuşmaya başlamış, onu taşıyamaz hale gelmişlerdi. Usulca yere çöktü. Bu şekilde özgürce uyumak istiyordu.
Ayyaş, dün akşam bıraktığı Handan’ın kapısına vuruyordu. Akşam yalnız kalmak istediğini düşünerek, kapıyı çarpıp kaçarcasına oradan ayrılmıştı. Ne durumda olduğunu merak ediyordu. Komşular da gürültüye geldi. Fakat Handan kapıyı açmıyordu. Ayyaş dayanamadı, kapıya bir omuz attı. İçeri girdiklerinde duvarın dibinde Handan’ın cansız bedenini buldular. Açık kalan ela gözleri matlaşmış, dudaklarında tebessüm sanki donmuş kalmıştı. Duvardaysa “Eğer uğruna ölmeye hazır değilsen, özgür olamazsın.” ve “Ben artık özgürüm.” yazıyordu.
Ayyaş Handan’ın duvar dibinde fotoğraflarını çekti. Odadan koşarak çıktı. Fotoğrafları, hemen internete yükledi. Kendine ne olacağını düşünmedi bile. Şimdi herkes Handan’ın fotoğraflarına ve duvardaki yazılara bakıyordu. Hepsinin gözleri donmuş, anlamsız.
Ayyaşa ne mi oldu? Kimse bir daha görmedi. Söylentiye göre o da özgürlüğü seçti.
8 Ocak 2021
Yazarın diğer öykülerini okumak için tıklayınız.
Özlem Er “Kader’in Adaleti” adlı öyküsüyle Tida Yayınları’nda! İyi okumalar dileriz.
Kentten İndim Köye
Öykü
Bir yeri tanımak istiyorsanız, size tavsiyem; o yerin meydanına gidip etrafı seyredebileceğiniz bir yere oturun. Güneş hangi dağdan doğuyor, hangi çalılığın arkasında batıyor, önünüz sıra geçip giden insanların yüzlerine bakıp sevinç ve üzüntülerini görün. Telaşlarının yönü neresidir, kim kiminle geçimli veya husumet halinde, hangi sevda kimin başında tütüyor izleyin. Kim yerli, kim sonradan gelme kim kabul görmüş, kim huzurdan azade… Tavla oynayanları takip edin meselâ; zarlar çok şey anlatır, okumayı bilirseniz. Hırs ve hüsranı açık eder zarların üstündeki sayılar. Başıboş dolaşan hayvanlara nasıl davranıyorlar bakın bakalım; itip kakıyorlar mı, başını okşayıp yiyeceğini paylaşan var mı? Her şey görünür meydandan yayılan hayatta. Ezan okuyan müezzinin sesinden bile anlarsınız, orası huzurlu bir yer midir, yoksa değil midir? Devamı…
Yaratıcı Yazarlık Atölyesi hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.
ROMAN Ayfer Erdoğan Heyecandan gece uyuyamamıştım. Sonunda liseden mezun oluyordum. Üniversite sınavına girmiş, yıllardır hayalini kurduğum Edebiyat Fakültesine yetecek puanı almıştım. Üç kardeşin en küçüğü ve evin tek kızıydım. Tek olmama bakmayın; pek şımartıldığımı söyleyemem. Babam oturduğumuz kasabada küçük bir esnaf, annem ise dışarıya …
HÜLYA KARAKAYA Merdiven Öykü “Meryem, gel kızım biraz konuşacaklarım var.” “Şu ödevimi bitireyim geliyorum anne.” “Bırak şimdi. Birazdan yaparsın, önce anlatacaklarımı dinle.” “Olur anne, seni dinliyorum. Ne konuşacaksın?” “Bak kızım, okulun bitiyor artık. Yarın misafirlerimiz gelecek seni görmeye. Baban hazır olmanı istiyor.” Devamı…
MERDİVEN
Hülya Karakaya
“Meryem, gel kızım biraz konuşacaklarım var.”
“Şu ödevimi bitireyim geliyorum anne.”
“Bırak şimdi. Birazdan yaparsın, önce anlatacaklarımı dinle.”
“Olur anne, seni dinliyorum. Ne konuşacaksın?”
“Bak kızım, okulun bitiyor artık. Yarın misafirlerimiz gelecek seni görmeye. Baban hazır olmanı istiyor.”
“Anne ne diyorsun sen? Ben okumak, üniversiteye gidip öğretmen olmak istiyorum. Ben evlenmek istemiyorum. Kesinlikle olmaz!”
“Baban okumanı istemiyor kızım. Benim elimden bir şey gelmez. Yapabileceğim bir şey yok.”
***
Kapı açıldı, Mehmet elindeki anahtarı komidinin üstüne koydu. Meryem oğluyla birlikte koltuğa oturmuş kitap okuyordu.
“Ben akşama kadar apartmanda bir aşağı bir yukarı köpek gibi koşturayım, siz analı oğul kitap okuyun. Oh ne ala!”
“Abartma istersen Mehmet! Sanki ben akşama kadar hep oturuyorum evde. Her gün aynı tartışmayı yaşamaktan bıkmadın mı? Artık ben de çalışmak istiyorum. Böyle olmuyor.”
“Otur oturduğun yerde, neyin eksik? Ben çalışıyorum işte. İyi ki lise bitirdin adamdan sayıyorsun kendini. İlkokul bitirdik diye beğenemiyor musun?”
“Her gün aynı kavgaları yapmaktan bıktım. Bak çocuk etkileniyor artık. Geceleri yalnız yatamıyor korkarak uyanıyor.”
“Olur öyle şeyler. Hem erkek adam korkar mı? Çocuklukta biz de yaşadık. Büyüyünce geçer. Kapat artık konuyu. Kalk yemeği hazırla. Yorgunum, yatacağım.”
Akman hem üşüyor, hem terliyordu. Akşam olsun istemiyordu. Annesi ile babası yine kavga ediyorlardı. Kulaklarını kapattı ama sesler hala şiddetiyle kulaklarında çınlıyor, azalmıyor artıyordu. Işığı kapalı odasında yatağının üzerinde ileri geri sallanıp duruyordu. “Susun, susun artık!” diyerek gözyaşı döküyordu. Nihayet sesler kesilmişti. Annesi gözyaşları içinde odaya geldi. Karanlıkta pencereden yansıyan ışık Meryem’in yanağındaki kırmızılığı saklayamıyordu. Oğluna sıkıca sarılıp uykuya daldılar.
Dünya karanlık kış uykusuna yatmış gibiydi evin içinde. Yaz hiç gelmeyecekmiş gibi bulutuydu odanın her yerinde. Her gün kavgalar artıyordu. Akman gitgide içine kapanmaya başlamıştı. Okuldan gelince odasına kapanıyor, pencerenin önünde mıh çakmış gibi durup vakit geçiriyordu. Dışarıda oyun oynayan arkadaşlarına katılmıyor, gitse bile kavga edip tekrar eve geri geliyor annesinin telefonuyla vakit geçiriyordu. Bu durum Meryem’i endişelendirmeye başlamıştı. Bu akşam geldiğinde Mehmet’le konuşup çocuğu doktora götürmeliydi.
Öğle olmuş yoğunluktan Mehmet hala işleri bitirememişti. Meryem yardım ederse bir an önce bitirir eve dönerdi. Meryem’i aradı. Telefona bakan yoktu. Bir kaç kez daha aradı. Şimdi de meşgule atıyordu. Çok sinirlendi, öfkeyle yukarı kapıcı dairesine çıktı. Kapıyı kendi anahtarıyla açtı, merdivenlerden yukarıda bulunan yatak odasına çıktı. Hiddetle açıp adeta odaya daldı. Meryem ve Akman ne olduğunu anlamadan şaşkınlık ve korkuyla bakakaldılar.
“Kaç oldu aradığım, neden cevap vermiyor, meşgule atıyorsun?”
“Duymadım, Akman’ın elindeydi telefon.”
Hiddetle yürüyerek Akman’ın elinden telefonu aldı. Odadan çıkarak aşağı, salona fırlattı. Çocuk korkuyla annesine sarıldı, ağlamaya başladı. Telefonu almak için merdivene doğru yürüdüğü an kolundan tutup çekti.
“Bundan böyle telefon yasak artık!”
Meryem ters ve sert bir bakışla;
“Saçmalama, çocuk çizgi film seyrediyor. Uzatma artık!”
Tekrar merdivenlere yöneldiğinde Mehmet kolundan tutup itti. Tökezleyen Meryem merdivenin başına çöktü kaldı. Toparlayıp kendini tekrar ayağa kalktı. Tırabzana tutunup aşağıya inmek için adım atar atmaz arkadan saçlarından asılan Mehmet’ten kurtulmaya çalıştı. Korkuyla Akman sanki kurtaracak gücü varmış gibi annesinin yanına koştu geldi. Arbede sırasında babasının itmesiyle merdivenlerden aşağıya çığlıklarla boylu boyunca yuvarlandı. Kendine geldiğinde hastanede bir odada acılar içindeydi. Uzun süren tedavilerden sonra iyileşememiş tekerlekli sandalyeye mahkum edilmişti; şimdilik.
Pencerenin önünde, sandalyesinin üzerinde gözlerini kapatmış bir öne bir arkaya doğru sallanıyordu Akman. Dışarıdan gelen çocuk sesleri beynine tokmak gibi iniyordu. Nefes alışı artmış, kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Öfkesini bastırmaya çalıştı, öne arkaya daha da hızlı sallanıyordu. Avuçlarını yumruk yapıp sıkmaya başladı. Neredeyse tırnakları etini delip içine saplanmak için yer arıyordu. Çocukların bağrışlarından nefret ediyordu. İçinden “Susun artık, susun, susun!” diye onlarca kez tekrarlamıştı. Ama sesler azalmak yerine daha da çoğalıyordu. Öfkesi içinden taşıp boğazına, oradan da ağzının içine kadar doldu. Daha fazla dayanamadı. Olanca öfkesiyle son ses bağırdı. “Yeter artık biri sustursun şunları!”
Kapı hızla açıldı, annesi Meryem telaşla oğlunun yanına koştu. “Akman! Nen var kurban olduğum, ne oldu?”
“Anne şu pencereyi kapatır mısın? Çocukların gürültüsüne dayanamıyorum. Başım ağrıdı hem uyumak istiyorum.”
“Tamam oğlum, hemen kapatırım. Hadi yatağına yatırayım uyu biraz.”
***
Ameliyat ve fizik tedavilerle aradan geçen üç yıl sonunda sol ayağındaki özür dışında artık yürüyebiliyordu. Okulunun eksik dönemini annesinin ve öğretmenlerinin sayesinde biraz kapatabilmişti. Yine içine kapanık, arkadaşlarından uzak, tek başına zaman geçiriyordu. Boş zamanlarında penceresinin önüne oturur, kendini polis olarak hayal eder, suçluları yakalar ve onları hapishaneye yollardı. Yakaladığı kişiler hep babasına benzerdi. Bundan büyük bir keyif alırdı. Zaman geçip gidiyordu, annesi vardiyalı bir işe başlamış, üstelik boş zamanlarında yardım etmiş, öğretim hayatı daha da düzelmişti. Orta kesim bir mahallede iki katlı ahşap eski bir ev almışlar ve orada yaşamaya başlamışlardı. Bu yıl nihayet lise bitiyordu. Üniversite sınavına girmiş, sonucunu bekliyordu. Boş durmamak için günlük işlere gidiyor, para biriktiriyordu.
Meryem yine gece vardiyasına dönmüştü bu akşam. İçinde bir sıkıntı vardı, gitmek istemiyordu işe ama elinden bir şey gelmiyordu. Onca hastanede geçen zaman boyunca parasal sıkıntıya girmişlerdi. Şimdi kendi gidemediği üniversiteye oğlu gidecekti, bu yüzden çalışmak zorundaydı. Bu gece babasıyla yalnız kalması çok canını sıkıyordu. Oğlunun nefretini biliyordu. Dua ederek evden ayrıldı.
Odasında, elinde telefonu yine penceresinin önünde oturuyordu Akman. Kapı açıldı, babası içeri girdi. “Onca olay yaşattın bize, sakat kaldın, hala telefonla oynuyorsun. Kalk, çakmak yanmıyor, yemekleri ısıt. Karnımı doyurayım, yorgunum, yatayım.” Öfkesini belli edercesine ters ters nefretle baktı babasına. “Ee hadi oyalanma, ancak inersin zaten.” Sinirlenmişti, kendini zor tutuyordu. “Senin yüzünden ben bu haldeyim. Hayallerimi çaldın sen benim baba.”
“Hayalmiş, akşama kadar evde kitap okuyarak mı hayal kuruyorsun? Ananla bir bilmişsiniz okumayı. Fethettiniz sanki dünyayı. Okuyup öğretmen olacağım diyordu; hani ne oldu? Bir fabrikada vardiyalı eleman oldu aha anan.” Akman yumruklarını sıkmış öfkesini içinde bastırmaya çalışıyordu. Ama daha fazla hakim olamadı kendine. Yılların kini ve nefreti bir anda patlayıp su yüzüne çıktı. Sehpanın üzerinde duran cam şişede kolonyayı babasının yüzüne fırlattı. Ne olduğunu anlayamadan darbenin şiddetiyle yere düştü, kendinden geçti. Hırsını alamamıştı. Gözüne yatağının başında duran çakmak ilişti. Gidip aldı. Tekrar babasının baş ucuna dikildi.
“Yemeği ısıtmamı istiyordun değil mi? Al sana çakmak. Ama yemeği değil seni ısıtalım, bakalım nasıl olacak? Bir kaç kere çaktı ama yanmadı. Tekrar denedi. Bu kez yandı. Babasının kafasına çarpıp kırılan kolonyanın üzerine fırlattı çakmağı. Her yere saçılan kolonya bir anda babasının vücudunu sardı. Akman kabustan uyanmak istiyor ama alevin dehşetinden sonra kendine gelmek istemiyordu. Sanki dağın tepesinde dengesini kaybedip cehennemin dibine düşecekmiş gibi hissediyordu içindeki duyguları. Geride kalan düşünceleri, artık kabusun kendisinden bile kötü gelmiyordu. Hayallerinden, umutlarından koparılmıştı. Hem hırstan hem öfkeden gerçek kavramının ayırımını yapamıyordu. Çocukluğundan gelen, asıl olan hatıralarından, sanrıları daha da içinden çıkılmaz öfke nöbetlerine dönüşmüştü. Önce ayağındaki ameliyat izlerine baktı. Sonrada boylu boyunca yatan babasına. Düştüğü o merdivenlerden sonra hep nefret etmişti ondan. Yürüyemediği, pencerenin önünde geçirdiği zamanlarda tek zevki öldüğü, hayatlarından çıkıp kurtuldukları anı hayal etmekti. Şimdi yerde, alevlerin arasında yatıyordu. Kurtarmak için hiçbir çabası yoktu. Arkasını dönüp odadan çıktı. Hayatını karartan merdivenlerden korkmadan ağır adımlarla indi. Kendini griye çalan dumanların arasından, yalaz alevlerin ışıltısından kurtarıp dışarı çıktı. Ardından çıtırtıların müzik eşliğinde, gürültüyle çöktü eski ahşap ev. Karanlık sokakta parlayan alev dans edercesine gökyüzünü aydınlatıyordu. Mahalle korkuyla ayağa kalkmış, hemen itfaiye ve ambulans aranmıştı. Sokağın başında ışık göründü. İtfaiye sesinin ardı sıra acı acı öten ambulansın sesi inliyordu. Mahallenin ortasında iki katlı ahşap binayı kıpkırmızı alev yutmuştu adeta. Masmavi gökyüzüne yol alan gri dumanlar şimdi bir başka renge doğru yol alıyordu Akman’ın hayatında.