SALİH BOLAT İLE "GİTTİKÇE YAKIN" ÜZERİNE...

SALİH BOLAT İLE “GİTTİKÇE YAKIN” ÜZERİNE…

Kemal Oruç

 

Varlık Dergisi, Sayı: 1363, Nisan 2021

 

Kemal Oruç Bir şair olarak, bu kez düzyazılarınızla okurla buluşuyorsunuz. Düzyazılarınızdan oluşan Gittikçe Yakın adlı kitabınız geçtiğimiz haftalarda yayınlandı. Nasıl oluştu kitap, sizi bu kitaba hazırlayan koşullar neler oldu?

 

Salih Bolat– Gittikçe Yakın, son birkaç yılda yazdığım ve dergilerde, gazetelerde yayınladığım yazılardan bir kitap bağlamında bir araya getirdiklerimden oluşuyor. Kitap olarak yayınlanmayan yazıların kalıcılık değeri kazanmadığını düşünüyorum. Kitapta özelikle ülkemizdeki yakın dönem şiir ortamına katkıda bulunacağını düşündüğüm eleştirel denemelerin  yanı sıra, insan, toplum, doğa ekseninde oluşan denemelerin de bir şairin kaleminden çıkmış olması önemli bence. Bu kaygılarla oluştu Gittikçe Yakın.

 

K. O.  Yeni kitabınız “Gittikçe Yakın” iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm şairler üzerine yakın okumalardan, ikinci bölüm ise çeşitli konulara üzerine yakın düşüncelerden oluşuyor. Bu kitap okurlara ne söyleyecek?

 

S. B. Ben bir şairin, şiir yazmanın yanı sıra düzyazı da yazmasını, yazdığı yazılarda kendi kültürlenme sürecini okurla paylaşmasını çok önemsiyorum.  Bir şairin poetik sürecini bilmek de önemlidir. Kültürel, estetik, genel olarak sosyo-politik ve yer yer felsefi yazılar yazması, bir şairin şiirsel arka planında nelere yaslandığı konusunda bilgi verir. Yazdığı şiirlerin rastlantısal olmadığı, ne gibi arayışları sürdürdüğü ve ne gibi poetik sonuçlara ulaştığı konularında da ipuçları verir. Şairin kendi somut gerçekliği hakkında ve geçmişi şimdiye bağlayan, geleceği ören düşünsel bağlantıların neler olduğu konusundaki görüşlerini de onun düzyazılarından öğreniriz. “Şair sözü yalandır” diyenler, bunu şiir için söylüyorlar. Peki bir şair düzyazı içinde söylerse söyleyeceklerini (bu mümkünse?), bakalım okur inanacak mı? Gittikçe Yakın’da, üretmiş olduğum çeşitli düşünceler yer alıyor (“Tam olarak söylemem gerekirse bin tane”). Uyanık okurun işine yarar sanıyorum.  Örneğin kitapta yer alan yazılarda aşk, trenler ve garlar, ağaçlar, çocuk edebiyatı, ağlamak, yemek ,  kitaplar ve kitabevleri, intihar, direniş, dağlar, umut-umutsuzluk gibi evrensel insanlık durumları, mekanlar, yaratıcı yazarlık kursları gibi eğitsel, gündelik yaşam  ve doğal kesitler konusunda bir şairin tanıklıklarını, gözlemlerini ve deneyimlerini okuyabilirsiniz. Ayrıca Behçet Necatigil, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Attila İlhan, Edip Cansever, Gülten Akın, Arif Damar, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Metin Altıok, Behçet Aysan, küçük İskender, Oruç Aruoba, Hüseyin Ferhad, Adnan Azar gibi şiirimizin belirgin şairleriyle ilgili düşünceler de yer alıyor.

 

K. O.– “Bir sanatçının kültürlenme sürecinin büyük bölümünün, diğer bütün önemli ve büyük sanatçıların yaşamlarıyla, yapıtlarıyla, kaynaklarıyla ilgili yaptığı araştırmalardan, okumalardan ve tartışmalardan oluştuğunu düşünürüm.” diyorsunuz. Buna karşılık, yazar adaylarının etkilenme endişesi üzerine ne düşünüyorsunuz?

 

S. B.- Şiir yazan aklı başında insanlar, her şeyin (buna şiir de dahil!) kendileriyle başladığını düşünmezler.  Onlar bilirler ki, hiçbir sanat yapıtı gökten zembille inmez. Örneğin her şiir, bütün diğer şiirlerin bir sonucudur. Her sanatçı mutlaka diğer sanatçılarla, ya kendi kuşakdaşlarıyla ya da daha önceki kuşaklarla ilişki içindedir. Bu ilişki biçimi, “reddetme, çatışma” biçiminde gelişeceği gibi, “uzlaşma” biçiminde de gelişebilir. Hangi biçimde gelişirse gelişsin, bir “etkilenme” ilişkisinden söz edebiliriz. Diğer sanatçılardan etkilenmeyen bir sanatçının kişilik kazanması (sanatçı olarak) biraz zordur. Bir sanatçının özgünlüğünün (biricikliğinin, tekrarlanamazlığının) düzeyi, başka sanatçıları etkilemesiyle de ortaya çıkar. Demek, etkilenmekten korkan bir sanatçı, bir şair, özgünlük oluşturma sürecini de zorlaştırmış olacaktır. Bazı şairler, etkilenmekten korktukları için, çok sevdikleri şairleri okumazlar. Oysa bir şair ne kadar çok sayıda şairin dünyasına girerse, kendi özgünlüğünü oluşturma süreci de o kadar kısalır. 

 

K. O. İlhan Berk, kendisiyle yapılan bir konuşmada, şiiri bir ağaç, bir varlık olarak kabul ettiğini söylemiş. Size sorulan “İki saatlik ömrün kaldı, deseler, ne yapardın?” sorusunu da “Ağaçlara koşarım.” diye cevaplıyorsunuz. Bir evin bahçesindeki çiçek açmış tek badem ağacının ve “rüzgârın koyduğu adlarla öğrendik ağaçları / çınarı bir uğultuyla tanımlıyoruz / darağacını bir sessizlikle.” dizelerinizin ışığında, bir şairin ağaçlarını dinlemek isteriz.

 

S. B. Herman Hesse ne diyordu: “…Ağaçlar insanın anlamı üzerine de çok şey söylerler.” Çünkü ağaçlar bizi duyarlar. Düşüncelerimizi hissederler. Toprağın üstünde ayrı ayrı duruyorlarmış gibi görünmelerine karşın, toprağın altında kökleri sarmaş dolaştır. Metrelerce uzaktaki başka bir ağaca konuk gidebilirler. Tehlikelere karşı birbirlerini haberdar edebilirler. Kurosawa’nın efsanevi filminin kahramanı İşte, Dersu Uzala’nın ağaçlardan “adam” diye söz etmesi boşuna değildir. Bir sanatçı ağaçlara kulağını dayayıp dinlemelidir. Sözcükleri dinler gibi. Nasıl ki her sözcük farklı yaşantılardan, deneyimlerden söz ederse, ağaçlar da öyledir. Örneğin incir ağacından söz ettiğim zaman,  bir itirazdan söz ediyorum. sert, inatçı, engel tanımaz bir başkaldırıdan. bir bilgeden. yapraklarında biriktirdiği toz uzun zamanlarda biçimlenmiş düşünce tohumlarıdır. nice poyrazlara dayanmış, şu serin yaz sabahının nazlı rüzgarına mı boyun eğecek? yitik bir kavmin kendi küllerinden doğması. önünden geçerken saygıyla eğilmeyen kim olabilir ki?

 

K. O.- Birkaç cümle ile tamamlanacak bir konu değil ama ben yine de sormak istiyorum: Şiirde düşünce nasıl yansır?

 

S. B.- Aslında her gerçek şiir “düşünsel şiir” izlenimi bırakır. “Ben” anlatıcı yerine “biz” anlatıcı, bu izlenimi oluşturan başlıca etkendir. Şiirin ürettiği bilgi, “düşünce üretimi” olan bilgi değil, imgesel bilgidir. Estetik bilgidir. Kullanışsızdır, pragmatik anlamda bir işe yaramaz. Ama duyarlılık dünyamızda çok işe yarar. “Şiir insanın mantık öncesi düşünme biçimidir (Eliot)”, “şey” lerin ilk haline dönme isteğidir. Gerçekliği yeniden yaratma isteğidir. Bir şiir neden düşüncenin ağırlıkta olduğu izlenimini bırakır? Çünkü lirizm adına sulu sepken bir romantizm, soyut ve genel bir doğa, toplum, insan anlayışının lirizm sanılması nedeniyle. 

 

K. O.- Bir yazınızda kullandığınız, “kitlesel hazır duyarlılığı onaylamak” ifadesiyle ne demek istiyorsunuz, biraz açar mısınız?

 

S. B.- Daha önceki bir konuşmamda da vurgulamıştım: Şiir bir dil etkinliğidir. Dilin, bir mimari uyum bağlamında, estetize edilmiş bir matematik bağlamında biçimlendirilmesi işidir. Bunu, usu dışlayarak yapamazsınız. Şiir bilinçli rastlantısallıktır. Gerçekliğin sınırlarını bozar. Aydınlıkta duran gerçekliği karanlığa çeker ve onu, şimşek aydınlığında görülebilen bir özellik kazandırarak, yeniden kurar. Şiir duygudan çok, duyarlılık işidir. Duygunun onarılmış, eğitilmiş, geliştirilmiş, bilinçle yönetilmiş düzeyi olan duyarlılıkla. Duygu içgüdüseldir, duyarlılık duygunun bilinçle yükseltilmiş biçimidir. Şiir hazır duyarlılığı, yani okurun beklentisini onaylamaz. Kışkırtır.Sanat yapma süreci, sanatçının kendini en mutlu hissettiği zamanlardır. Şiir, gerçekliği karanlığa çeker, gerçekliğin sınırlarını bozar ve yeni bir gerçeklik kurar, demiştim. Bunun nedeni, bizden önce ve bizim dışımızda belirlenmiş olan verili gerçekliği yeniden ve kendimize özgü bir biçimde yaratmaktır. Böylece şiir onu yazana ve okuyana özgürlük duygusu, itiraz duygusu verir. Şair bu duyguyu şiir yazarken, okur da şiiri okuyup yeniden üretirken yaşar. Zaten sanatların ortak varlık nedeni, insanı kuşatan verili gerçekliği yıkarak, onu özgürleştirmek değil midir? İşte, şiirin bunu en dolaysız yoldan, yani dil ile yapması, diğer sanatlar gibi kütle, hareket, ses ya da plastik malzeme aracılığıyla yapmıyor olması, genellikle şiirin basite indirgenme yanılsamasına yol açmaktadır. Oysa sanat her şeyden önce gerçekliği kavrama ve estetize etme biçimidir…

 

K. O.– İkinci Yeni şiirleri, Gezi Direnişi sürecinde, “Şiir sokakta!” sloganıyla binlerce sokağın duvarlarında paylaşılmıştı. İkinci Yeni anlayışıyla yazılan şiirlerin anlamsızlıkla suçlanması hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

S. B. İkinci Yeni şiiri, modern şiirimizin gelişim sürecinde çok önemli bir deneyimdir. Batı o yıllarda Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını yaşamış, insana ve hümanizmaya güveni sarsılmış olan sanatçıların toplumsal, siyasal, etik değerleri de sarsılan önemli bölümü aklı bile reddetmiştir. Bu nedenle, örneğin Batı sürrealizminin ülkemizde filizlenen İkinci Yeni şiirinde karşılık bulmasını, doğal ve gecikmiş bir tepki olarak görmek gerekir. Bu şiir deneyimi nin katkısı daha çok şiirin gerçeklikle poetik ilişkisinde ve imgenin şiirde kapladığı yoğunlukta olmuştur. Buna karşın şiire görevci bir kimlik yükleyen bazı toplumcu eleştirmenler ve yazarlar, İkinci Yeni şiirini, anlamı reddetmekle suçlayacaklardır. Örneğin Asım Bezirci, “Divan Şiiri gibi İkinci Yeni şiiri de halka, onun hayatına, edebiyatına ve kültürüne sırt çevirmiştir…” diye yazabilecektir.

 

K. O.– Trenler nedense bana hep Pablo Neruda ve Orhan Kemal’i hatırlatırdı. Artık Salih Bolat’ı da hatırlatacak. Sizin için “tren” imgesi neden bu kadar önemli?

 

S. B.– Babam Devlet Demir Yolları’nda çalışıyordu. Bu nedenle çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım trenlerde, rayların arasında geçti. Trene ücretsiz binme hakkımız olduğu için, yolculuklarımızı hep trenle yapardık. Üniversitede okurken de Adana-Ankara arasını çoğu kez trenle gidip geldim. Ankara’ya gideceğim zamanlar, ortalıkta hiç görünmeyen babam, tam trenin kalkma vaktinde ortaya çıkardı. Başında demiryolu şapkası, üstünde lacivert demiryolu işçi elbisesi ile beni uğurlamaya gelirdi. Tren ta ilerideki dönemeçte kaybolana kadar, babam orada, peronun ucunda durur bakardı. El sallamazdı. Babamın orada, giderek gözden kaybolması beni çok hüzünlendirirdi. İlk yıllarda kara trenler vardı. Evimiz istasyona yakın olduğundan, sürekli tren düdükleri duyardık. Kara tren düdükleri kişilikli ve anlamlıydı. Örneğin istasyondan hareket eden bir yolcu treni uzun uzun ve keyifli düdük çalardı. Oysa asker taşıyan bir tren, gardan hareket ettiğinde daha uzun ve acıklı düdük çalardı. Eğer yaz mevsimiyse, evimizin avlusunda kurulmuş sofrada akşam yemeği yiyor olurduk ve bu acıklı düdük sesine kulak kesilen babam, yemeğinden bir kaşık alırken, “gene asker sevkiyatı var…” derdi, kaygıyla bir haber verir gibi. Oysa yük taşıyan kara trenlerin düdük sesleri kısa kısa ve telaşsız çalardı. Evimiz tren kokardı. Daha sonra dizel motorlu lokomotifler çıktı. Toros Ekspresi’ni götüren bu lokomotiflerin karlı dağlardaki zorlu tırmanışlarını hiç unutamam. İşte o zamanlar, trenler “bir gurbetten bir gurbete” giderdi. Saygındı. Gerçekten de dünyada bir dağ istasyonunda, yağmur altında bekleyen bir trenden daha güzel bir şey olamazdı. Demiryollarının ve trenlerin şiirsel bir yanı vardır. Zaten, örneğin başta Pablo Neruda olmak üzere birçok şairin babasının demiryolu çalışanı olması rastlantı değildir.

 

K. O.- Darbeler, özellikle 12 Eylül 1980 darbesi şairleri ve şiiri nasıl etkiledi?

 

S. B.- Darbe sürecinden sonra, söylendiği gibi, “1980 Kuşağı” adıyla anılacak olan bu kuşaktan çok sayıdaki şair, darbe sürecinden önceki şiirsel çıkışlarını, zaten şiir dilinin dışına taşırmadan sürdüren şairlerden oluşuyordu. Haydi biz de “kuşak” diyelim bunlara ama nedenini doğru ölçütlerle belirtelim: Bu kuşak her şeyden önce dil estetiğini önemseyen, okuyan, şiirin entelektüel bir etkinlik olduğunun farkında olan bir kuşaktı. Kendinden önceki şiir deneyimlerini (“1940 Kuşağı”, “İkinci Yeni”) anlamaya çalışan, onlardan yararlanan bir kuşak. Antropolojik ilgiler, dinsel ve tinsel duyarlılıklar, imgesel arayışlar, marjinal ilgiler bu kuşağın özellikleri oldu. Demek doğru dürüst şiir yazmak için ne gerekiyorsa, onu yapanlardan oluşuyormuş bu “kuşak”. Elbette “1980 Kuşağı” denilince, homojen bir yapılanma, bir manifesto çevresinde toplanma gibi bir hareket anlaşılmamalı. 1980 Kuşağı’nı oluşturan şairlerin hepsi de tek tek parlayan yıldızlar gibi, kendilerine özgü özellikleriyle şiirsel ilerleme kaydettiler. 

 

K. O.- Çeşitli kurumlarda “Yaratıcı Yazarlık Atölyesi” düzenleniyor. Özellikle pandemi sürecinde online yaratıcı yazarlık atölyelerine ilgi büyük. Yaratıcı yazarlık ve eğitimi üzerine ne düşünüyorsunuz? Yazar adayları bu konuda nelere dikkat etmeli?

 

S. B. Yazılı kültür sürecini gözeneklerinde yaşayıp tamamlayamadan, görsel kültür sürecini yaşamaya başlayan, üstelik görsel kültürün kendi iç dinamikleriyle değil de dış dinamiklerce belirlendiği toplumumuzda “yaratıcı yazarlık” kurslarının artış göstermesini doğal karşılamak gerekir. Görsel kültürün de arka planının yazılı kültür üzerinde yükseldiği düşünülürse, bu gelişmenin önemi ve nedeni anlaşılacaktır. Ne var ki söz konusu kurslarda görev alan eğitmenlerin, eğitim programlarının doğru ve sağlıklı olması gerekir. Aksi durumda amaçla uyuşmayan sonuçlarla karşı karşıya kalırız. Bu atölyelerin çoğunda ders veren kişiler yazar ya da şair olmalarının kendilerine sağlamış olduğu deneyimlerini paylaşıyorlar. Elbette bu çok iyi bir şey. Ama bu deneyimlerden nesnel bilgi elde etmek zordur. Oysa bilginin kavramlaştırılması ve böylece paylaşılır, üretilir hatta tasarruf edilir biçime getirilmesi gerekir. Bu nedenle, yazarlık atölyelerinde ders veren kişilerin, akademik bir yeterliliklerinin de olması beklenir.

 

K. O.- Dijital dergilerin, e-kitapların, web sitelerin ve sosyal medyanın yaşamın merkezinde olduğu bu dönemde kütüphanemizdeki kitapların geleceğini nasıl görüyorsunuz?

 

S. B. Evet, bunu zaman zaman düşünüyorum ama meğer bu soruyu ilk kez soran ben değilmişim. Dünyanın tanınmış iki önemli entelektüeli ve kitap kurdu, ta 2008’de bu soruyu masaya yatırmışlar. İsterse onların diyaloglarını aktararak cevap vereyim: Umberto Eco ve J.- C. Carriere, Jean-Philippe de Tonnac’ın yönettiği nehir söyleşinin başlangıcında tam da bu konuyu tartışırlar. Carriere, şu meşum soruyu sorar Eco’ya: “2008’deki son Davos zirvesinde, önümüzdeki on beş yıl içinde insanlığı altüst edecek olaylar konusunda fikri sorulan bir fütüroloğa göre, (…) bu profesyonel kâhine göre dördüncü olay, kitabın ortadan kalkacak olması. (…) Eğer hakikaten ortadan kalkarsa, insanlık için mesela suyun öngörülen programa göre azalmasının ya da ulaşılmaz hale gelen petrol fiyatlarının yol açacağı türden sonuçlar doğurur mu, doğurmaz mı?”

 

Neyse ki Eco’nun cevabı yüreğimize su serpiyor: “(…) Konu üstüne söylenecek çok az şey var gerçekte. İnternetle, alfabe çağına döndük. Biz görüntü uygarlığına girdiğimizi zannetmiş olsak da, bilgisayar bizi gerisin geri Gutenberg galaksisinin içine soktu ve herkes okumak mecburiyetinde artık.”

 

Ne var ki Carriere, Eco’yu ve beni köşeye sıkıştırmakta kararlıdır: “Görünüşe göre e-kitabın son versiyonları, onu basılı kitabın doğrudan rakibi haline getirdi artık. ‘Reader’ modelinde daha şimdiden 160 başlık var.”

 

Haklı söze Eco ne diyebilir ki: “…Elektronik kitap pek çok alanda olağanüstü bir kullanım rahatlığı getirecek. Yalnız, okumanın gereklerine en iyi uyarlanmış teknolojiyle bile, Savaş ve Barış’ı bir e-kitapta okumak çok elverişli olur mu diye merak etmeden duramıyorum…”

 

Neyse ki henüz e-kitap uygarlığı egemen olmadı. 

 

K. O.- Bu güzel ve anlamlı söyleşi için teşekkür ederim.

Hızlı İletişim
Merhaba. Size nasıl yardımcı olabiliriz?