RUHUM
Fatma Nur Ak Bal
Çok uzun zaman önceydi. Gökyüzünde tek bir bulutun olmadığı berrak, alaca bir sabahtı. Gündüzleri begonyaların, ortancaların sokakları süslediği, güneş kaybolduğunda yıldızların teker teker göz kırptığı, adeta parlamak için birbirleriyle yarıştığı günlerdi.
Hafifçe esen soğuk rüzgârın tende bıraktığı haz… İpek bir kıyafet giymiş gibi tenimi okşayan serinlik… Her şey hiç olamayacak kadar mükemmeldi. Anı yaşamayı, anda kalmayı seviyordum. Elimde sardığım sigaramla yalnız başıma derme çatma evlere bakan balkonumda oturuyordum. Fonda Sezen Aksu ve yalnızlığım…
Hiç bilmediğin özelliklerinin, bilincinin altında kalan o duyguların açığa çıktığı zamanlardayım. Gözlerimi kapattım, sigaramdan bir fırt aldığımda içimde hissettiğim o acı duman… Ahh, ne güzel şey… Dumanı her içime çekişimde yaşadığım acıların öcünü alıyor, içime çektiğim o koca dumanla kötü bir anımı yok ettiğimi düşünüyordum. Bu nedenle daha çok içiyor, içtikçe beynimi uyuşturuyordum. Hiç bir şey düşünmeden boş gözlerle gökyüzüne dalıyordum. Evet, istediğim o boşluğa ulaşmıştım. Aklımda tek bir düşünce olmadan ve hiç bir şey hatırlamadan öylece bomboş bir bakış bürümüştü gözlerimi…
İçimdeki sessizlik artık öyle bir hal aldı ki, nefesimin sesi kulaklarımda çınlamaya başladı. Kalp atışım… Nefesim… Ve zihnim… Kendimi yeniden keşfediyordum. Eşsiz bir yolculuktu bu. Ruhumu saran duygular, yaşadığım onca şey; hepsi zihnimdeydi. Ne kadar düşmüştüm hâlbuki. Hatta bu acı asla bitmez dediğim ne çok günüm olmuştu. Çantama bir iki parça kıyafet alıp evden kaçışlarım peki? Nereye gideceğimi asla düşünmeden yola koyulmak istemem. Hiç bilmediğim yollara çıkıp bilmediğim bir şehirde uyanmak. Sonu belli olmayan ve bir daha dönüşü olmayan uzun yollara çıkmayı isterdim hep. Ama bir türlü yapamadım. Çünkü tek yaşama nedenim olan annemi bırakamadım…
Tüm bu düşüncelerin iç savaşını verirken karşı binanın balkonuna ilişiyor gözüm. Yapaylığını avaz avaz haykıran üç adet gül. Beyaz. Bizans’tan kalma beyaz bir vazonun içine iliştiriverilmiş. Aman ne büyük nimet! İnsan neden balkonuna yapay bir çiçek koyar ki. Hem de beyaz bir vazonun içinde.
En azından bir yaşam belirtisi olduğunu görüp dönüyorum. Ya bizim balkon? Üç metrekarelik bir balkon ne de kasvetli görünüyor. Bu koca koca duvarlar kim bilir nelere tanık oldular? Onlar da beyaz. Kötüler mi duvarlar? Bilmem hiç konuşmadık daha önce.
İnsan hayat için basit hayaller kuruyor. Tahsili ile ilgili planlar yapıyor, düğününü hayal ediyor yıllarca, en verimli yıllarını bir ev için tüketiyor. Sanki hayatla yarın için antlaşma imzalamış gibi doğar doğmaz başlıyor bir gelecek telaşesi. Benim
de hayallerim sıradandı, çok şey istememiştim ama hayat benim için düşündüğümden daha fazlasını planlamıştı. Sıradan olamayacak kadar fazlasından her şeyin. Çok fazlasından…
İlkokulda tembelin tekiydim. Annem zar zor okula yolluyor, çantayı yere göğe saça saça anca evin yolunu buluyordum. Tek bir derdim vardı. Evde koltukların üstünde zıplaya zıplaya şarkı söylemek. Hatta mahallede şarkı söyleme yarışması düzenliyordum. Tabii kazanan ben olunca her hafta tekrarlıyordum yarışmayı. Birinci olana, geri kalanlar leblebi tozu ısmarlıyordu. Birinci olamazsam kumbaram bunu kaldırmazdı. Hep birinci olduğum için şimdilik sorun yoktu.
Ortaokulu bitirdiğimde hala tembelin tekiydim. Karnemde bir sürü asker vardı. Bu nedenle o hep istediğim kemanı alma hayalim bir üst sınıfa kalmıştı.
Az sonra içeriden annemin sesi duyuldu. “Ruhum ben çıkıyorum. “İşe gidiyordu. Günün ilk ışıkları şehre inmeye başladı. Herkes bir yerlere koşturmaya geçti bile. Kimi en kötü gecesini geçirdi, kimi en mutlu gecesini. Ama hepsi için gün aydınlandı.
İsmimi annem koymuş. Zaten babamı hiç tanımadım. Lafı bile geçmez. Ben de hiç sormam. Yokluğunu hissettiğim tek an karnemdeki askerler yüzünden bana kızamaması ya da arkadaşlarımın babalarının verdiği ceza gibi o yaratıcı ev hapsi cezasını verememesi.
Annem, babam uğruna güzel sanatlar fakültesini bırakmış. Kendi anne ve babasına sırt dönüp hiç bilmediği bir şehre gitmiş. Henüz yirmi bir yaşında okulunu bırakıp gittiği için anneannem ve dedem onu hiç affetmediler. Babamla hiç evlenmemişlerdi. O annemin bana hamile olduğunu öğrenmeden, bir gün ansızın yok olmuş. Ve bir daha haber alınamamış (annem hala onun geleceğini umuyor). Annem hiç bilmediği memlekette hamile haliyle kalakalmış öylece. Konuyu her açtığımda o mavi gözleri gökyüzü gibi yere inince susuyorum. Devamı yok ama hep şunu söyler “Adını Ruhum koydum çünkü sana hamile olduğumu öğrendiğimde bedenimizden önce ruhlarımız buluştu.” der ve -muhtemelen yaşadıklarından ötürü- derin derin bakar bana, sımsıkı sarılır.
Annem beni tek başına büyütmüş. Babamdan kalan bir şey olmadığı için hamileyken bile çalışmak zorunda kalmış. Beni ne kadar zorluklar içinde büyüttüğünü yeni yeni anlıyordum. Bu nedenle çocukluk döneminde annemin bana atari almadığı için koparttığım o yaygaradan hala utanıyorum. Annemle hep çatışma halindeydim. Ona olan bu öfkem nedendi, bilmiyorum. Benim Barbi bebeklerim olmadı. Pembe bisikleti çok istedim ama alamadık. Sahip olamadıklarımın acısını annemden çıkartıyordum. O çok istediğim kemanı almadığı için günlerce hiç konuşmamıştım. Yalnızdık. Benim ondan onun da benden başka kimsesi yoktu.
Annemle aramdaki ilişkinin düzelmesi yıllar aldı. Liseden mezun olana kadar kavgasız geçen bir günümüz olmamıştı. Tembel bir öğrenciydim ve annem okumamı
çok istiyordu. Altın bileziğin olsun, derdi. Neyse bu altın bilezik? Lise mezuniyet balosunun gecesinde annem babamla yaşadıklarını ilk kez anlattı bana. O masmavi gözleri yağmur olup süzüldü yanaklarından. Annemi ilk defa bu kadar çaresiz ve üzgün görmüştüm. O günden sonra da öfkem ve hırsım babam denen o alçağa yöneldi. Nasıl bizi, annemi bırakabildi öylece, hiç bilmediği memlekette aklım almıyordu!
Kulağım müzik çalara ilişti. Sevdiğim şarkı çoktan bitmiş, Sezen Aksu’nun diğer şarkılarına geçmişti. Bir gün ben de böyle şarkı söyleyeceğim diyerek biten kahvemden artakalan bardağımı alıp içeri girdim. Şimdi kim dershaneye gidip tarih dinleyecekti ki. Sabahın köründe tarih dersi mi olurdu?
Aralık olan balkon kapısından gelen koku… Yağmurun toprakla buluşmasının ardından şehre yayılan bu kokudan daha güzel başka ne olabilir ki? Kendimi, hala sıcak olan yatağıma atıyorum. Derken telefon çaldı. Gözümü hiç açmadan cevapladım. Bir kadın sesi ve oldukça telaşlı, galiba sesinde biraz da hüzün var. “Merhaba, Ruhum Canöz’ü aramıştım?” Kalbim bir anda boğazımda atıyor sandım. Yabancı bir ses beni nasıl bu denli telaşlandırmıştı.
– Evet, benim buyurun.
– Anneniz bir kaza yaptı. Şu an hastaneye götürüyoruz. Gelseniz iyi olur.
Kapattı. Gözlerim tavanda asılı duran kendini bile aydınlatacak gücü olmayan ampule takılı kalmıştı. İçime düşen bir alev topu tüm bedenimi sarmaya başladı. Önce ellerim uyuştu. Sonra yüzüm alev aldı. Ve en sonunda yatağa yığılıp kaldım. Ne oldu? Nasıl, iyi mi? Bu soruları cevaplandırmam için hastaneye gitmeliydim. Yerimden nasıl fırladığımı hatırlamıyorum. Üzerime dün giyip pufun üzerine attığım eşofmanlarımı geçirdim, anahtarımı alıp evden koşar adımlarla çıktım. Şimdi değil anne. İyi ol anne. Beni yalnız bırakma. İçimden geçenleri itiraf etmek zordu. Kötü bir düşünce ancak açığa çıktığında korku yaratırdı. Sakinleşmeye çalışırken hemen bir taksi çevirdim. “Etfal Hastanesi!”
Hiç hissetmediğim kadar çaresiz hissediyordum. Bu şehire de bir damla yağmur düştüğünde kilitleniyordu trafik. Bu şehri oldum olası sevmedim. Her anı ayrı dertti. Bak şimdi de hastaneye gidemiyorum. On dakikalık yolu yarım saatte giderek attım kendimi hastaneye. Acil bölümünde annemi aramaya koyuldum.
Nejla Canöz. Az önce getirmişlerdi. Annemin dalgınlığına gelmiş ve karşıya geçerken bir araba çarpmış. Neyse ki bir şeyi yoktu. Bugün öğleden sonra taburcu olacaktı hatta. Annemin yanında elini bir an olsun bırakmadan saatlerce bekledim. Serumların birisi gitti birisi geldi ama elim hep annemin elindeydi. Bana hep dediği gibi “Seni öğrendiğimde ruhlarımız birleşti bizim.” Şimdi de bizim ruhlarımız; birleşti hiç ayrılmadan el ele…
- Kale by LyraThemes.com.