ROMAN
Ayfer Erdoğan
Heyecandan gece uyuyamamıştım. Sonunda liseden mezun oluyordum. Üniversite sınavına girmiş, yıllardır hayalini kurduğum Edebiyat Fakültesine yetecek puanı almıştım. Üç kardeşin en küçüğü ve evin tek kızıydım. Tek olmama bakmayın; pek şımartıldığımı söyleyemem. Babam oturduğumuz kasabada küçük bir esnaf, annem ise dışarıya dantel çeyizler işleyen, içine kapanık tipik Anadolu kadınıydı. Büyük abim altı, küçüğü ise iki yaş büyüktü benden. Onlar da halen kasabamızın bağlı bulunduğu şehirde üniversite öğrencileriydi. Bazen abilerim okuduğu için bana kalan odaya çekildiğimde, babamın anneme ekonomik zorluklardan dert yanıp beni okutmayı düşünmediğini kulaklarımla duyardım. Ertesi sabah kalktığımda bunu duyan ben değilmişim gibi kendi kendime inkar eder, düşünmemeye çalışırdım. Kabus gördüğümü varsayardım.
Mutfakta çok maharetliydim. Yemek yaparken dahi roman okurdum. Kitaplardaki iyi güzel karakterlerin yerine kendimi koyar, bazen de hafif bedenimi taşımakta zorlanmayan beyaz ayaklarım üzerinde dans ederken bulurdum kendimi. Çokça soğan, şehriye yaktığım olmuştur. Annemin beni öyle neşeli görmekten mutlu olduğunu fark ederdim. İçimde köpüklerini her seferinde hissettiğim dalgalar kabarırdı.
Ağustos sonuna doğru babam ve tatil olduğu için geçici olarak çalışan abilerim eve dönmüşlerdi. Yemeğimizi soluk sessiz bedenlerimizin gölgesinde yedikten sonra babam donuk bir ses tonuyla ;
“Sofrayı toplayın. Sizinle konuşacaklarımı var.” diyerek evin içine gergin bir havanın yayılmasına sebep olmuştu. Dediğini çabucak yapıp etrafına usulca oturduk. Annem bir yandan meraklı bakışlarla bana bakarken babam konuya giriş yapmıştı bile.
“Yarın Neslihan’ı benim de onayını verdiğim, komşu esnafın oğlu Suat’a istemeye gelecekler. Hazırlıklarınızı yapın.”
Cümlenin sonunu duymuş muydum? Bu da mı kabustu diye düşünmeden babama dönerek okulumun ne olacağını sorabilmiştim. Ekonomik sebepleri öne sürerek olumsuz yanıt vermişti.
Günler çabucak geçmiş, annemin arada hazırladığı çeyizlerle apar topar, iki ay geçmeden gözümün yaşını kaderimin siyah sayfalarına akıtarak evlenmiştim. Suat benden yedi yaş büyük, düzgün, efendi bir insandı. Gönlümü hoş tutmaya çalışmakla birlikte, ilkokul mezunu olmasının verdiği ezikliği hissettirmemeye çalışıyordu. Bir yıl sonra onun da onayını almış, açıktan çok sevdiğim Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü okumaya başlamıştım. Aradan dört yıl geçmiş, mezun olmuştum.
Küçük bir yerde iseniz, evlendikten hemen sonra çocuk sahibi olmanız üstü kapalı bazen de açık olarak size anımsatılır. Ben henüz yirmi iki yaşında, hayallerini saklı sandıklardan henüz çıkaramamış bir insanken, nasıl annelik yapabilirdim? Tekdüze giden evliliğim çocuk sahibi olamayacağımı öğrendikten sonra bana daha da yük olmaya başlamıştı. Ayrılırsam ne yapacağımı düşünmekten yol alamıyordum. Ne bir mesleğim vardı elimde ne de iş tecrübem. Bir gün eşim baba olmak istediğini ve ayrılma kararını açıkladığında üzerimden tuhaf bir yükün kalkacağını tahayyül edemezdim. Demek ki bir bağ oluşmamıştı aramızda. Öyle ya, istenilmemek kötü bir his olmalıydı? Tek celsede ayrılmıştık.
Kasabada yaşamanın olumsuzluklarını baba evine döndükten sonra bir bir yaşamaya başlamıştım. Benden sonra iki abim de evlenmiş ve İstanbul’a yerleşmişlerdi. Ben ise yine ev kızı olmuştum. Ama artık duldum. Evden pek çıkmıyor, her bulduğum fırsatta yazılar yazıyordum. Babam ise pek iyi gitmeyen işlerinden dolayı dükkanı devretmiş ve emekli olmuştu. Benim eve dönmem ile bir boğaz daha doyurmak zorunda kalmışlardı. Bazen babam odama girer, karaladığım öyküleri eliyle bir hamlede kapar, havaya kaldırarak “Boş işlerle uğraşıyorsun, bunlarla uğraşana kadar bir işte çalış!” derdi.
Babamın istediği olmuş, minibüsle yirmi dakika uzaklıkta bulunan Yalova’da Muammer Sarıer adında tonton bir muhasebecinin yanında işe başlamıştım. Okuduğum bölümle pek alakalı olmasa da elimden gelen desteği sunuyordum. Muhtasar, KDV, puantaj gibi birçok yeni terim öğreniyordum. İş yoğunluğunun az olduğu günlerde yazmaya zaman ayırıyordum. Orhan Pamuk romanlarını çok seviyordum. Yazarın hayatı da çok ilgimi çekiyordu. Büyüklerine çalışmak istemediğini, kira gelirlerini ailesinden talep ederek, uzun yıllar çalışmadan roman yazmaya odaklandığını okumuştum. Acaba Orhan Pamuk bir kadın olsaydı, ailesi işsiz kalsa dahi ona bu fırsatı verir miydi? Pek sanmıyordum. En modern aile bile farkında olmadan kız erkek ayrımı yapıyordu. Bu sebeple kadın yazarların az olduğunu düşünüyordum. Ben işsiz kalsam evde içtiğim su bile göze gelirdi. Bu acıtıcı bir gerçekti.
Çalıştığım büronun sahibi eşini kaybetmiş atmışlı yaşlarda bir beydi. Çocuğu yoktu ve bazen bana hayatından, yalnızlığından dert yanardı. Hasta olduğum için izin aldığım bir gün, Muammer Bey tesadüfen yazdıklarımı bulmuştu. Beni ertesi sabah yanına çağırdığında, bir yanlış hesap yaptığımı düşünmüş, yüzümün rengi atmış bir şekilde odasının kapısını tıklatıp “gel” sesinden sonra yutkunup içeri girmiştim. Hal hatır sorduktan sonra işten mi atılacağım, babama ne söylerim, diye düşünürken konuya girdi;
“Neslihan kızım, bir şeyler yazdığını biliyordum ama böyle değeri yüksek şeyler yazdığını tahmin etmemiştim.” cümlesini duyduğumda oturduğum koltuk, ayağımın değdiği zemin, her şey kaymaya başlamıştı. Ve devam etti;
“Benim evladım yok. Senin çalışmak zorunda olduğunu biliyorum. Şimdi seninle şöyle bir anlaşma yapalım. Sen her gün işe geleceksin ama büro ile ilgili hiçbir şeyle vakit harcamanı istemiyorum. Maaşını da alacaksın. Sadece yazacaksın. Kitaplarını bastırmak istersen onların da bütçesini ben karşılayacağım, Anlaştık mı evladım?”
Duyduklarım gerçek olamayacak kadar güzeldi. Yerimden kalktım, Muammer beyin elini öpmek istedim. Buna müsaade etmedi. Belli belirsiz “Çok çok minnettarım size efendim.” diyebilmiştim.
Babam maaşımın tamamına yakınını ona verdiğim için sahte gülücükler dağıtıyordu. Bana karışacak yüzü de bulamıyordu. Ben bürodaki odama kendimi kapatıyor saatlerce yazıyor, okuyor, araştırma yapıyordum. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra Muammer Bey’in aracılığı ile köklü bir yayınevi ile anlaşma yapmıştım ve ilk kitabımın basımı gerçekleşmişti. Yayınevinden gelen koliyi açtığımda kutudan yayılan koku benim hayallerimin kokusuydu. Tüm ciğerlerimi bu koku ile doldurup hafızama iyice yerleşmesini istedim.
Yayınevim unutulmayacak bir tanıtım serisi hazırlamıştı. İlki birçok ünlü yazarın da davetli olduğu bir imza günüydü. Bu günün mimarı sevgili Muammer Bey de davetliler arasındaydı. Annem, babam, kardeşlerim de. Kumral saçlarımı hafif dalgalı bir şekilde omuzlarıma bırakmıştım. Yeşil gözlerim daha bir belirgindi. Kolları ve yakası Fransız danteli, dizde biten siyah şık bir elbise ve stiletto ayakkabı ile bir yıldız gibi parladığımı hissediyordum. Parlayan şey kıyafetten öte kalbimin ışıltısıydı. Kitap kapağında her insanın ayrı ayrı algılayacağı bir tasarım resim bulunuyordu. Kitabımın ismini ön yargı oluşturmaması için ‘Roman’ koymayı uygun görmüştüm. Ve kapağı açtığınızda ilk cümle sizi selamlıyordu.
“Muammer Sarıer’e,
Bir genç kalemi, hayalleri ile buluşturduğunuz için minnet ve şükranlarımla…”
Haziran-2020
Yazarın tüm öykülerini okumak için tıklayınız.
- Kale by LyraThemes.com.