NACİ BEY’İN GÜNLERİ
Nur Nasuhoğlu
Her sabahki gibi bir sabah daha. 6.30’da çalar telefonumun alarmı. Sütlü her zamanki gibi ayak ucumdadır. Leyla ise camın önünde. Yatakta beş on dakika oyalandıktan sonra kalkarım. Rahatıma düşkünümdür, aceleyi sevmem. Acele işe şeytan karışır, mâlum. Zamanla yarışmayı hiç sevmem, o sebepten kalkmam gerekenden yarım saat önce uyanırım. Tuvalete telefonumla giderim, bir on on beş dakikada orada oyalanır, kelime oyunumu oynarım. Kelime oyunu, sudoku, bulmaca… Zihin açar; yaşlanmayı, bunamayı önlermiş. Öyle diyor uzmanlar. Çay, peynir, zeytin ve kızarmış ekmekten oluşan kahvaltımdan sonra muhakkak bir fincan Türk kahvesi içerim. Tek şekerli ve illa bol köpüklü. Annemin yaptığı gibi. Şekersiz içemem, çamur gibi gelir bana kahve. Neskafe diyorlar şimdi bir kahve moda oldu, hele onu hiç sevemedim. Sabah haberlerini izleyip kahvemi bitirdikten sonra Leyla ve Sütlü’nün mama kaplarını doldurur, sularını tazelerim. Dişlerimi iki dakika boyunca fırçalar, giyinir, yanıma akşamdan hazırladığım mama poşetini alır, kapıyı iyice kilitlerim. Üç kere üst. Üç kere alt. Kale kapısı diyor abim, neyim varmış da kimden saklıyormuşum? Kediler var diyorum, anlamıyor. Hem annem de böyle kilitlerdi kapıyı hep, hatırlamıyor musun, diyorum. Yüzüme dik dik bakıp Hasbinallah çekiyor.
Ayakkabılarımın tozunu alıp parlatmadan evden çıkmam. Ayıp bir şeydir tozlu, çamurlu ayakkabılarla dolaşmak. Dışarıda gördüğüm genç kızların, genç oğlanların ayaklarına baktıkça içime fenalıklar gelir. Hiç utanmazlar o yaşta kirli ayakkabılarla dolaşmaya. Bak Allah var, abim de öyledir. Hiç pis, kırışık giyindiğini görmedim. Böyle gördük annemizden çünkü, bir gün olsun kirli; bir gün olsun ütüsüz çıkarmadı bizi evden.
Apartman kapısında Rasim Efendi ile denk geliriz ekseri. Ben evden çıkarken o diğer dairelerin siparişlerini getirir. Günaydın Naci Bey, der beni görünce, sizinkiler dizilmiş bekliyor. Günaydın, derim ben de Rasim Efendi’ye, seninkiler de kulakları zilde bekliyor. Kapıyı tutar bana mahcup mahcup gülerken. Apartman kapısından çıktığımı uzaktan gören köpekler, ki hepsi sokağımızın köpeğidir, bir anda yerlerinden kalkar, tembel tembel gerinir, yanlarına gitmemi beklerler. Annem ölmeden önce bu kadar çok yanaşamazdım gariplere, sevmezdi hayvanları anacığım. Tüyü, kılı ciğerimize kaçar da hastalanırız Naci, yaklaşma şunlara diye kızardı bana. Görüyorsa beni amma kızıyordur ha. Paranı itin köpeğin yemine harcadığın yetmiyor gibi bir de dokunup seviyorsun diye. Hele hele evimizde iki kedinin olduğuna köpürüyordur ya ne yapalım can yoldaşlarım benim Sütlü ve Leyla. Hem annem de ölmeseydi o zaman canım, beni yalnız bırakmasaydı da ben de uzaktan sevseydim kediyi, köpeği. Hem beni yalnız bırak git hem de evde bir ses, bir nefes olsun diye aldığım kedilere kız. Olur mu öyle?
Beni kuyruklarını bir o yana, bir bu yana sallaya sallaya bekleyen köpekleri sevip, hepsine yetecek mama koyduktan sonra sevinçlerinden mi minnetlerinden mi bilmem, bir iki havlayıp bacaklarıma sürtünürler. Ben de tek tek kafalarını okşayıp teşekkürlerini kabul ederim. Sonra kısa bacaklarımın atabildiği kadar uzun adımlarla yola koyulurum. Tempolu yürü, demişti çünkü sağlık ocağındaki doktor, göbeğim anca öyle erirmiş. Göbek önemli değil de iki merdiven çıkınca nefes nefese kalıyorum, o canımı sıkıyor. Yoksa erkeğin göbeklisi makbuldür. Öyle derdi annem.
Dükkan, eve yakın sayılmaz ama ben spor olsun diye yürüye yürüye giderim. Giderken de yolda muhakkak eş dost denk gelir, ee ne de olsa eskisiyizdir bu semtin. Annem taa küçükken taşınmış buraya ananemle dedem. Şimdi oturduğum apartmanın arsasını almışlar. Yavaş yavaş bir ev dikmişler. Annem, teyzem, dayılarım hep orada büyümüşler. Dedem ölünce dayılarım tutturmuşlar müteahhite verelim apartman diktirelim buraya diye. Annemle teyzem de fazla düşünmemiş, kabul etmiş. Benim şimdi oturduğum daire de annemin payına düşmüş. Birinci kat ama ferah. Nurlarda yatsın anacığım; ölmeden burayı bana, Ayaz Paşa’daki dükkanı abime bıraktı da o öldükten sonra mal kavgasına girişip dillere düşmedik. Yoksa yengem ne yapar eder bu evi elimden alırdı. Abim zaten karısının kuklası. Anacığım dargın gitti o ikisine. O sebepten olacak ben de ne yaparsam yapayım abimi eskisi gibi sevemem. Hele yengemin semtine uğramam. Dükkanda görürsem selam sabah, hâl hatır; o kadar.
Yolumun üstündeki fırından iki simit alır, öyle geçerim. Abim dükkana aç gelir. Kızgınlığım, kırgınlığım bâki ama aç bilaç dolaşmasına da dayanamam. O kahvaltısını ederken ben günün ilk çayını içerim. Açık, limonlu. Diğer türlüsü mideme dokunuyor. Öğlene kadar da acıkmam. Öğlen de yandaki ev yemekçisinden o günün menüsü neyse onu yerim. Yemek seçmem. Öyle öğrendim, öyle büyüdüm şükür. Hem böylelikle her gıdadan nasiplenip vitamin de alırım. Yoksa elliye merdiven dayadığım bu yaşta böyle sağlıklı, böyle dinç olamazdım. Tabii sigarayı ağzıma sürmememin, alkolü düğünde bayramda, o da bin bir ısrarla bir kadehcik içmemin de payı var bunda.
Abimse her gün iki paket sigara içmezse içi rahat etmez. Beyaz bıyıklarının yarısı tütün sarısı. Her akşam da bir orada bir burada çilingir sofrası. Çok içenlerin kırmızılığı oturmuştur yüzüne, boynuna, göğsüne. Onun gibi yiyip içmediğim, gezip tozmadığım için kızar bana. Kız kılıklı doğurmuş anam seni, der. Kız evlat doğuramadım diye seni kız çocuğu yaptı, der. Abime göre erkek dediğinin bir karısı, bir metresi ara sıra da ikisinden de kaçacağı kırıkları olacak. Ben de tabii hiçbiri yok.
Annem sağken eş dosta haber salıp bir iki yere de dünürlüğe gittiydi ama beğenmedi hiçbirini. Yok Naci, dedi, ailemize yaraşır kız yok. Hepsi yengen gibi fer fecir. El içine girmek zor ne de olsa, haklı. Yukarıda Allah var, benim de canım hiç kadın çekmedi. Hiç aşık olmadın mı Naci Abi; gönlün hiç mi kaymadı mı birine, diye soruyor dükkandaki çıraklar bazen. O an bir aşk hikayesi sallayayım, hepsinin ciğerinden vurayım diyorum ama güleceğim geliyor daha lafın başında. Olmadı oğlum, diyorum, herkes aşk acısı çekecek diye ayet yok ya.
Kadınları sevmiyorum diye erkekleri seviyorum sanıyorlar. Bir ara abim bile ağzımı aradı. “Ulan Naci, ibne misin yoksa?” Değilim dedim sadece, uzun uzun açıklamak bile gelmedi içimden. Değilim de. Nasıl kadın çekmiyorsa içim erkek de çekmiyor.
Annem ölmeden bir ay kadar önce yanıma oturdu, elini dizime koyup “Naci ben bugün varım yarın yokum. Evlendirse miydik seni?” diye sordu. Yok be anne dedim, ne yapacağım; ne konuşacağım bilmediğim bir kadınla. Bak abimin haline, evlendi de n’oldu sanki? Seni dinleyip otursaydı evimizde şimdi böyle alkolik olmazdı. Öyle ama. Yengeme ayık kafayla katlanamadığından ayyaş oldu. Allahtan anadan babadan kalma dükkanımız vardı da eli iş tuttu. Yoksa serseriler gibi ne nerede olduğu belli olurdu, ne yaptığı iş.
Öğlene kadar müşteri pek uğramadığından hep böyle gevezelik ederim ben kendi kendime. Abimin afyonu patlamamış, iki karış suratla oturur baş tarafta. Çıraklar da abim tersleyecek korkusundan ağızlarını açamaz. Biri arasa da “şu şu evi beğendik, gösterir misiniz gelsek?” desinler diye telefon beklerler çabucak sıvışmak için. “Yok efendim siz dükkana kadar zahmet etmeyin, konum atın bulunduğunuz yere biz gelelim.” diyecekler.
İyi para kazanmasalar bir gün kahrını çekmezler böyle patronun ama elleri mahkum gariplerin.
Öğle yemeğinden geldikten sonra dükkan kalabalıklaşmaya başlar. Ev arayanlar, kira almaya gelen ev sahipleri, abimin çayını çorbasını içmeye gelen arkadaşları. Biri gider biri gelir. Eşi dostu boldur Allah var, sevilir çevresinde. Yoksa bu kadar iyi tutturamazdı bu işi. Ben kapının hemen yanındaki masada olduğumdan mecbur hepsiyle ufak tefek hoşbeş ederim. Müşteri olsa sırf iyi de abimin arkadaşlarıyla ne konuşacağımı bilemem, heyecanlanırım. Ötekinde ne var canım a; kira parası geldi, gelmedi; o ev tutuldu, tutulmadı. Bu kadar. Konuşacağım şeyleri bildiğim zaman iyi de hoşbeşten sonraki muhabbeti tutturamam, kekelerim hemen. Abim kekelediğimi görürse yandım. Yabani misin, yobaz mısın sen; kaç yaşına geldin öğrenemedin insanla konuşmayı diye azarı basar yine. Çok arkadaşım olmadığımdan derin sohbetler etmeyi bilemem, yalan değil. Olanla da kırkta yılda bir görüşür; bir çay, bir kahve içip ayrılırız. Ne anlatayım alemin adamına, ona ne benim hayatımdan değil mi ama? Hem her şey anlatılmaz öyle; kol kırılır, yen içinde kalır.
Yaz olduğundan yediye kadar dükkanda beklerim. Çıraklar dışarıda müşteri gezdirir o saatte çoğunluk, yengem de muhakkak bir sebeple abimi çağırır. Dükkanı kapatmak, kapıyı kilitleyip kepenki indirmek bana kalır. Birkaç kez kontrol ettikten sonra komşu esnafa iyi akşamlar diye diye mahalledeki küçük markete kadar varırım. TuraMar. Açıldığından beri daimi müşterisi olduğumdan beni görünce hemen selam verir kasadaki Şerafettin. O gün ne yiyeceksem o kadarını alırım. Tek başına yaşayan insan öyle poşet poşet alışveriş yapmamalı. Sonra yarısı çöpe gidiyor onların. Hem yazık, hem israf.
Sokağın başında sabah beslediğim köpekler karşılar, eve kadar bırakır beni. Geldiğim saati mi ezberlediler, kokumu mu alırlar orasını bilmem ama her akşam geldiğimi muhakkak hissederler. Bahçenin kapısına kadar beni bırakıp geri giderler. Yan komşum Hayrünnisa Hanım ve kocası emekli zabıta Ferruh Bey balkonda çay içiyor olurlar. Ferruh Bey, nazik adam, her seferinde çaya davet eder. Bir iki kere bir çay içimlik oturdum balkonlarında sağ olsunlar ama kimseyle çok içli dışlı olmayı istemediğimden genelde teşekkür eder, evime giderim.
Apartman kapısından bizim evin kapısı kırk yedi adımdır. Kırk yedi adım sonra üç kere üst; üç kere alt, kilitleri açarım. Evimizin tanıdık kokusu burnuma gelince sevinirim. Sütlü ve Leyla koridorun başında beni bekler. İkisinin de hoş geldin deme şekli farklıdır. Sütlü içeri adımımı atar atmaz koşarak gelip elimdeki poşeti koklar. Leyla gövdesini yana atıp gerinir. Yavaş yavaş, gerine gerine yanıma gelir. Kapıyı kapattıktan sonra poşeti girişteki dolabın üstüne koyar, eğilip ikisini de öperim hoş buldum demek için. Hep beraber mutfağa yöneliriz. Hava kararmakta, akşam olmaktadır. Her akşamki gibi bir akşam daha.
- Kale by LyraThemes.com.