LİMON ÇİÇEĞİ
Elif Bademci
Uyandığında gördüğü manzaraya hala alışamamıştı. Yirmi beşinci kattaki bu evde tavandan yere kadar olan camlardan görünen manzara, gökyüzünde yaşıyormuş hissi uyandırıyordu. Bu sonsuz mavilik, mutluluk yerine kocaman bir tedirginlik uyandırıyordu içinde. “Toprak görmeden nasıl yaşanır yahu?” diye söylendi yine gözünü açınca. Pencereden baktığında insanlar, arabalar, ağaçlar minik birer karınca gibi görünüyordu. Kaldırımlara sıkıştırılmış bir avuç toprağı nasıl seçecekti? Pijamalarını çıkardı, her gün olduğu gibi ütülü pantolon ve gömleğini giydi yavaş yavaş. Aynanın karşında, hep arka cebinde taşıdığı minicik tarağıyla bembeyaz olmuş saçlarını taradı. Odasını paylaştığı limon ağacıyla selamlaştı. Ona günaydın demeden, saksısına su dökmeden güne başlamazdı; başlasa da o günügüzel geçmezdi zaten.
Köyden gelirken sadece onu, limon fidanını getirebilmişti. Her şeyi arkasında bırakıp giderken, çekirdekten yetiştirdiği minik limon ağacını bırakmak istememişti. Oğlunun surat asmasını umursamadan biraz mahcup bir tavırla koyuvermişti arabanın bagajına. Oğlu “İstanbul’a gidene kadar toprağı dökülür, bagajı batırır!” diye söylenip durmuştu yol boyunca. Osman Amca ses etmemiş, boynunu bükmüştü sadece. Belli ki kalbi kırılmıştı. Yine de geri adım atmamış, minik limon ağacını getirmeyi başarmıştı.
“Günaydın miniğim, günaydın. Nasılsın bakalım bugün?” diyerek limon ağacına su verdi, kurumuş yapraklarını temizledi. Güneş alsın diye de perdeyi sonuna kadar açtı. “Köydeki güneşin yerini tutmaz ama yine de üzerine gelsin şöyle.” dedi. O yakıcı güneş altında saatlerce çalıştıktan sonra, bir ağaç gölgesinde dinlendiği günleri anımsadı.
Bir ilkbahar akşamı ansızın kaybettiği hayat arkadaşından sonra, oğlu köyde yalnız kalmasına razı gelmemiş ve güç bela İstanbul’a, yanına taşınmaya ikna etmişti Osman Amca’yı. Doğduğu günden bu yana toprakla uğraşan Osman Amca, bu şehirde bir avuç toprağa dahi hasret kalacağını bilememişti. Oğlunun işlerini aksatmamak için cenazeden sonra apar topar gelmişlerdi İstanbul’a. Osman Amca’nın tüm varlığı köydeki ekip diktiği toprak ve ağaçlarıydı. Bunların dışında bayramlarda giydiği iki takım elbisesi, birkaç gömleği, hayat arkadaşının fotoğrafları ve başucunda duran saati vardı. Toplayınca bir küçük çanta etmişti sadece. Çekirdekten filizlenen limon fidanını ağaçlarının özlemini hafifletsin diye yanına almıştı. Şimdi dört duvar arasında günlerini geçirmeye çalışıyordu.
Ali, Osman Amca’nın oğlu, yıllarca köye hiç gelmemişti; ta ki annesinin cenazesine kadar. Osman Amca’nın anlattığına göre, ilkokulu bitirdikten sonra yatılı okula gitmiş ve yazları bile köye dönmemişti. Toprağı, ağaçları falan sevmezdi, büyükşehir insanıydı o. Uzun yıllardır çalışıyordu, nihayet istediği pozisyona gelebilmişti. Telefon, bilgisayar akla gelen tüm teknolojik aletlerin üretiminden sorumluydu. Tüm hayatı bunun üzerine kurulmuştu zaten, tüm öncelikleri işi içindi. O kadar yoğun çalışıyordu ki yıllardır, anne babasını ziyarete dahi gelemiyordu. Ayda bir arar, öyle üstün körü bir hal hatır sorardı. “Olsun.” derdi, Osman Amca ne zaman Ali’den konu açılsa; “Sağlığı yerinde olsun da varsın gelmesin.” İlk etapta babasının yanına taşınması Ali’ye mantıklı gelmişti. Sonuçta köye gidip gelmek zorunda kalmayacaktı. İşleri de böylelikle aksamamış olacaktı. Birbirlerine bu denli yabancı olacaklarını ön görememişti. Aylar geçmesine rağmen hala alışamamıştı babasının evde olmasına. Eşyalarının yerini değiştirmesi, elinden eşyaları düşürmesi, tasarruf için yaptığı değişiklikler sinirlerini bozmaya devam ediyordu. Hele o bitmek bilmeyen ağaç ve toprak hikayeleri yok muydu? Ne zaman bir ağaç görse nasıl yetişir, nasıl bakılır, özellikleri nelerdir bir nefeste sıralayıveriyordu. Hiç anlam veremiyordu bu toprak ağaç tutkunluğuna. Babası uyurken telefonda arkadaşına anlatmıştı bunları tüm detaylarıyla.
Mutfaktan gelen şangırtı ile evin derin sessizliği bozulmuştu; bir şeyler kırılmıştı belli ki. Osman Amca’nın ellerinin titremeleri artmıştı son günlerde, taşıyamamıştı herhalde. Ali’nin sesi duyuldu içerden, biraz telaşlı ve daha çok öfkeliydi. “Ne oldu burada? Niye dikkat etmedin? Bir sürü iş çıkardın sabah sabah!” diye söyleniyordu. “Kusura bakma.” diyebildi Osman Amca kısık sesle; mahcup olmuştu belli ki. “Sen git ben temizlerim.” dedi Ali, yerdeki kırıklara bakarken. Ne bu dört duvara ne de oğluna alışamamıştı aylardır. Ağrıları artmış, zaten bükük olan beli daha da bükülmüş, elleri daha çok titremeye başlamıştı. Ali bunları henüz fark etmemişti, çünkü gözü işinden başka bir şey görmüyordu, Osman Amca’nın adını dahi bilmediği aletlerin başında bütün gününü geçiriyordu. Ali babası yokmuş gibi yaşamaya devam etmeye çalışırken, Osman Amca bu duruma ayak uyduramıyordu. Osman Amca, toprağından koparılmış bir ağaç gibi kendini yersiz yurtsuz ve güçsüz hissediyordu.
Gözleri dolmuş, boynu bükülmüş bir halde odasına geri döndü. Odayı doldurmuş olan limon çiçeği kokusu onu köydeki evine, ağaçlarına götürdü. İlkbaharda açan çiçekleri , kuş cıvıltılarıyla güne başladığı zamanları düşünüp mutlu olduğu zamanları hatırlamaya çalıştı; üzüldüğünde hep böyle yapardı. “Allah’ım, beni ne zaman alacaksın yanına? Hasret kaldığım toprağa mezarda dahi olsa kavuşayım artık.” dedi zar zor duyulabilecek bir sesle. Cam kenarında limon ağacının yanında oturdu gün boyu, yalnızlığını onunla paylaştı
O günden sonra birden kötüleşti Osman Amca. Bırak limon ağacına su vermeyi; kendisi yataktan kalkamaz, suyunu dahi içemez olmuştu. Bir deri bir kemik kaldığı yatağında, gözlerini aralayacak kadar güç bulduğunda limon ağacının durumunu kontrol ediyordu bakışlarıyla. Bakımı aksamıştı çünkü, Ali değil bakmak su dahi vermiyordu limon ağacına. Odada kimse yokken belli belirsiz bir şeyler söylüyordu zaman zaman, limon ağacıyla konuşuyordu herhalde. Fakat gücü o kadar azalmıştı ki dedikleri hiç anlaşılmıyordu. Bakımı ihmal edilmesine rağmen, Osman Amca’nın son günlerinde
onu evinde hissettirmek istercesine çiçeklendi minik limon ağacı. Limon çiçeği kokusu sadece odayı değil, tüm evi de sarmıştı. Ali, babasının bakımı yapan görevliyle konuşmak dışında günde bir kez babasının odasına giriyor ve “Bugün nasılsın?” diyerek odadan mümkün olduğunca hızlı çıkıyordu. Haliyle köşede duran limon ağacının tomurcuklandığını ve çiçeklendiğini de tüm evi limon çiçeği kokusu sarana kadar fark etmemişti. Eve geldiğinde onu karşılayan bu tatlı-ekşi kokunun kaynağını önce anlayamadı. Odada bembeyaz çiçeklerle minik limon ağacını fark ettiğinde içini yüzündeki gülümsemeye engel olamadı. Uzanıp mis gibi kokan çiçeklere dokundu. “Ne güzel açmışsın sen böyle.” dedi. Bir ilkbahar gecesinde, hayat arkadaşını kaybettiği gibi, uykusunda veriverdi son nefesini Osman Amca. O hasretini çektiği toprağa böylece kavuşmuş oldu.
Babasının kaybından sonra Ali da ondan yadigar kalan limon ağacına bakmaya başladı. Limon çiçeği kokusunun evini sardığı o günden sonra kurumasına gönlü razı gelmemişti. .Babasının neden toprağa bu denli tutkuyla bağlı olduğunu anlamıştı artık; anlamıştı da iş işten geçmişti sanki. Şimdi evinin her köşesinde renk renk çiçek açıyor, limon çiçekleri mis gibi kokmaya devam ediyor. Nereden mi biliyorum? Osman Amca’dan Ali’ye yadigar kalan limon ağacı benim.
- Kale by LyraThemes.com.