KADER’İN ADALETİ

Özlem Er

Kader gökten boşalırcasına yağan yağmur altında adliyenin otoparkındaki aracına ulaşmaya çalışıyordu. Yazın son günleriydi, yağan yağmur ve ıslanmış gömleğini sıyıran hafif rüzgâr kışın habercileri gibiydi. Gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Oysa gün güzel başlamış, güzel devam etmişti. Hiç olmadığı kadar davalar yolunda gitmişti, gün içinde verdiği üç karardan da emindi. Eve ulaşıp kahvesiyle köşesine çekildiğinde daha iyi hissedeceğini biliyordu. Saatini kontrol etti, acele etmezse köprü trafiği bu hayallerini birkaç saat öteleyebilirdi. Adımlarını sıklaştırdı.

Köprüyü geçerken gözü arabanın saatine takıldı: 18:18. “Hah, reşit de oldum.” dedi ve kendi kendine gülümsedi. Sonra birden yıllar yıllar önceki gerçek on sekizinci doğum gününü hatırladı. O gün Ankara Hâkim Evi’nde babasıyla yemek yemişlerdi. Babası Ankara’nın sevilen hakimlerinden biriydi ve Kader’in de kendisi ile aynı yolu seçmiş olmasından çok gurur duyuyordu. Hâkim Evi’ndeki arkadaşlarına “İşte benim hayattaki en büyük eserim. Ben emekli olsam bile, o adalet dağıtmaya devam edecek.” demişti. Kader’in bugün en saygın hakimlerden biri olmasının tohumları zihnine o gün atılmıştı. Ticari hukuk, medeni hukuk hiçbir zaman ilgisini çekmemişti, o ağır cezaların karar vericisi olmalı, suçluları hapse, suçsuzları ailelerine ulaştırmalıydı. Bu ateşten bir gömlek ise, bu gömleği sadece Kader giyebilirdi.

Kader’in hukuk fakültesinden birincilikle mezun olması tesadüf değildi. Annesini küçük yaşta kaybettiği için, Kader’in tüm hayatı adliyelerde geçmişti. Mübaşirler oyun arkadaşları, savcılar ablaları/ağabeyleri olmuştu. Babasının çalıştığı her adliyede kısa sürede maskot haline gelirdi. Babasının cübbesini giyer, eline bir kalem alır, babasını taklit ederdi: “Gereği düşünüldü.” Babası mahkeme salonuna girdiğinde, o da kitabını alır, mahkeme salonunun kapısında otururdu. Dava aralarında arada açılan kapıdan babasına hayranlıkla bakardı. Liseye geldiğinde ise artık davaları anlamaya başlamıştı. Okuldan doğrudan babasının yanına gider ve akşam olmasını iple çekerdi. Çünkü akşam olup el ayak çekilince babası sadece ona kalırdı. Yemeği hızla yer, birer kahve alıp, karşılıklı berjer koltuklara otururlardı. Kader’in en keyif aldığı saatlerdi bunlar, babası ona o günkü davaları anlatırdı. Bu tecrübe ile meslek hayatında basamakları çok hızlı tırmandı, gerek kendi davaları gerekse da kendisine danışılan vakalar ile yıllar içince binlerce insan hakkında karar verdi ve her gün gönül rahatlığıyla yastığa başını koydu. Karar vermek onun için kolaydı, suç ve suçlu belli, delil net ise, karşılığındaki cezayı yasalardan seçip dosyayı kapatmak yeterliydi. Adalet keskin bir bıçak, hâkim de bu bıçağı doğru yere saplayan olmalıydı. 

***

Evin kapısını Saadet Hanım açtı. Saadet Hanım yirmi yıldır yanlarında çalışıyordu, evin tüm işlerini yapıyor, Kader eve geldiğinde kahvesini ikram edip, akşam yemeğini hazırlıyor ve kendi fakirhanesine doğru yola çıkıyordu.
“Merhaba Saadet Hanım. Nasılsın?” 

“Sağ olasın hanımım. Beyimiz bugün şehir dışındaymış. Size tepside mi hazırlayayım yemeğinizi?” 

“Sen zahmet etme Saadet Hanım. Akşam üstü bir şeyler atıştırdım, pek aç değilim. Ben daha sonra kendim hazırlarım. Sen bir kahve suyu koy, sonra çık. Günler kısalıyor, hava erken kararmaya başladı, malum yolun uzun.” 

Kader yağmurdan ıslanmış gömleğini çıkarırken, ağır şehir kokusu burnuna geldi. Sanki tüm şehrin pisliği yağmurla birleşmiş, gömleğine yapışmıştı. Bir an ikisi çocuk toplam beş kişiyi hunharca katleden İdris gözünün önüne geldi. Dava tam dört yıl sürmüştü, DÖRT YIL… Ve sonunda bugün karara bağlanmıştı. İdris’in davalar boyunca aklanmak için yapmadığı kalmamıştı; sanki zil zurna sarhoş olup arabaya binen sonra da E5’e çıkan o değilmiş gibi, her davada masum, temiz, pişman maskelerini takmış, Kader’in gözünün içine bakamamıştı. Ama Kader bu numaraları yememiş, toprağın altından adalet çağrılarını işitmiş ve İdris yirmi beş yıl hapis cezası almaktan kurtulamamıştı. “Sanki toprak kokuyorum, bir duş yapsam iyi gelir.” diye düşündü ve suyun ısınması için musluğu açtı. 

***

Gözünü açtığında ilk olarak gümüş gri bir tavan gördü. Garip bir huzur ama aynı zamanda bir boşluk hissi vardı. Gözleri biraz daha netleştiğinde hiç tanımadığı bir odada olduğunu fark etti. Bir yatak vardı, sanki bir hastane odası gibiydi. “Neredeyim ben? Burası neresi?” Zihnini zorlayarak neler olduğunu hatırlamaya çalıştı, en son duşa girmişti. “Herhalde düştüm, beni hastaneye getirdiler.” diye düşündü. Ama kim getirmişti? Saadet Hanım çıkmıştı, Ümit şehir dışındaydı. Ayrıca hiçbir yeri acımıyordu, serum falan da takılı değildi. Bomboş bir oda… 

Derken “Kader” diyen bir ses işitti.
“Neredeyim ben? Siz kimsiniz? Burası neresi? Eşim nerede?”
“Tüm sorularının yanıtı kendinde.”
“Nasıl yani? Ben hiçbir şey hatırlamıyorum. En son duşa giriyordum, sonra burada uyandım.” “Uyandın mı gerçekten? Bizce halen uyuyorsun.”
“Ne demek şimdi bu? Lütfen bana bir yetkiliyi çağırır mısınız? Artık bu oyundan sıkılmaya başladım.”
“Buradaki en yetkili kişi sensin. Tek karar vericisin. Sen kararını vereceksin, biz uygulayacağız.” 

Kader yataktan fırladı, amacı kapıdan çıkıp gitmekti. Ama bir anda şoka uğradı, odanın bir kapısı yoktu! Pencereye koştu ve aşağıya baktı. Etrafında sadece bulutlar vardı. O an korkmaya başladı. “Ölüm bu mudur?” diye içinden geçirdi.
“Hayır, ölüm bu değil.” 

“Anlamadım, ben konuşmadım ki?”
“Burada sır olmaz çünkü sadece sen varsın.”
“Biraz önce sen en yetkilisin, sen söyleyeceksin biz yapacağız dediniz. Şimdi tek başınasın diyorsunuz.”
“Sen ve biz varız, ama biz biziz zaten, sen de sen. Yani sen yalnızsın.”
“Benden ne istiyorsunuz?”
“Sonunda asıl konuya geldik. Bizim elimizde üç dosya var, ama içinden çıkamadık. Sen karar ver istiyoruz. Adaletine güveniyoruz.”
“Sonra gidebilecek miyim?”
“Zaten gelmedin ki. Kararı verip uyanacaksın o kadar.” 

Kader derin bir çaresizlik hissetti. Başı dönüyordu, ağzı kurumuştu. “Rüya görüyor olmalıyım.” diye düşündü. Çok garipti, daha önce binlerce kez rüya görmüş ama rüyada olduğunu hiç fark etmemişti. Gözlerinin karardığını hissedince yatağa uzandı. “Bir rüyadan uyanmanın yolu tekrar uyumak olmalı.” dedi, gözlerini kapadı. 

***

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu ama Kader gözlerini açtığında yine o gümüş renkli tavanı, kapısız odayı ve pencerelerdeki bulutları gördü. Bu girdaptan uyuyarak kurtulamayacağına artık ikna olmuştu. O derin ses yine konuşmaya başladı: “İkna olmana sevindik Kader. Dediğimiz gibi uyanmak istiyorsan bir karar vermen gerekli.” 

Kader artık teslim olmaya karar verdi, aklı bir oyun oynuyorsa o da oyuna uygun davranacaktı. “Peki, başlayalım o zaman.” dedi Kader ve sesin cevap vermesini bekledi.
“Tek bir kuralımız var: Elinde o dosyadaki kişinin ihtiyacını giderecek her şey sınırsız. Ancak bu hakkı sadece bir dosya için kullanabilirsin. Hakkı o dosya için kullandığında neler olacağını sana vereceğiz, aynı şekilde kullanmadığında da sonuçlarını biliyor olacaksın. Son bir kural, mutlaka hakkı bir dosya için kullanmalısın, kullanmadığın takdirde uyanamazsın.” 

Kader’i bir korku kaplamıştı ama anlam veremediği garip bir de huzur vardı. Aklından bir sürü soru geçiyordu ama cevaplarını bilmemesine rağmen sanki biliyormuş gibi hissediyordu. Daha önce hiç böyle hissetmemişti. İçinin geçtiğini hissetti ve gözleri kapandı.
 

Bir ambulans sesi ile irkildi, gözünü açtığında gecekondu benzeri bir evin önünde durduğunu fark etti. Etrafını kontrol etti ama hiç tanıdık bir yer göremedi. Evin kapısının önünde yıpranmış ve kapının etrafına dağılmış üç çift çocuk terliği fark etti. Kapının sağında suntadan yapılmış ama yağmurdan kabarıp solmuş, kırmızı boyalı bir ayakkabılık vardı. Pencereler açıktı ve birinin içinden yırtık, pembe bir tül dışarı sarkıyordu, tül sanki kaçmak istemiş ama kornişler onu içeride tutmuştu, sonunda pes edip kendini dışarı sarkıtmıştı. Kader kapıyı tıklatmak istedi, ama kapı kendiliğinden açılıverdi. “Merhaba. Kimse var mı?” diye seslendi ama hiç cevap alamadı. Engel olamadığı bir dürtüyle siyah topuklu ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Küçük bir koridordan geçti ve solunda minicik bir oda fark etti. İçeride kimse yoktu, sadece üç katlanmış döşek ve bu döşeklerin konduğu ahşap bir masa vardı. Biraz daha yürüdü, sağında altından yeşil saten görünen, dantelli, çift kişilik yatak örtüsünün ucunu gördü. Yatak başında bir çalar saat vardı, saat yedi buçuktu, ama saniyesi çalışmıyordu. “Merhaba. Kimse var mı? Ben Kader.“ diye seslendi. Ama yine cevap yoktu. 

Birden yine tanıdık o sesi duydu.
“Gülbeyaz’ın evine hoş geldin.”
“Gülbeyaz da kim? Niye buradayım?”
“Sana sunacağımız ilk vaka, Gülbeyaz. Burası da onun marangoz kocası ve üç çocuğu ile birlikte yaşadığı evi.” 

Kader yeni bir rüyaya geçtiğini sanmıştı ama görünüşe göre kâbus devam ediyordu. Ses, tüm soğuk ve resmi tarzıyla konuşmaya devam etti. 

“Gülbeyaz, otuz üç yaşında, üç çocuk annesi. Kocasıyla severek ve ailesi izin vermediği için Mardin’den Konya’ya kaçarak evlenmiş, dolayısıyla anne ve babası tarafından reddedilmiş hatta ölümüne karar verilmiş bir kadın. İlk yıllar mutlu bir evliliği vardı, ancak zamanla geçim sıkıntısı yuvanın üstüne bir karabasan gibi çöktü. Gülbeyaz da gündelikçi olarak çalışmaya başladı ancak daha sonra temizliğe gittiği bir evin ikinci kattaki camından düşerek sakatlandı hem yürüyemez hem de çalışamaz hale geldi. Böylece evin geçimi tamamen günü birlik, küçük ahşap işleri yapan kocasının eline kaldı. Sakat bir eş ve üç çocuğun ekonomik yükü altında ezilen kocası, kurtuluşu alkolde aradı ve her akşam eve sarhoş gelmeye, daha sonra da sırtında bir kambur olarak görmeye başladığı Gülbeyaz’ı ve çocuklarını dövmeye başladı.” 

Kader bir yandan sesi dinleyerek koridorda salona doğru yürümeye devam etti. Salona girdiğinde kanepede yatan ve yemenisini gözlerine sımsıkı bastırmış, bacaklarını battaniye ile örtmüş bir kadın gördü. Kadın sanki donup kalmıştı, bir fotoğraf sahnesinde gibiydi. Sonra arkasını döndü ve odada aynı şekilde donup kalmış üç çocuk daha fark etti. Biri camın kenarındaki masadan dışarı bakan dokuz on yaşlarında bir kız çocuğuydu. Diğer ikisi masa ile kanepe arasındaki halıda oturan dört beş yaşlarında iki erkek çocuğuydu. Kader Gülbeyaz’a biraz daha yaklaştığında kollarındaki morlukları ve üst dudağındaki yarığı fark etti. “Gülbeyaz bu olmalı.” dedi. “Ellerin kırılsın. Nasıl da morartmış!” 

Kader artık garipseme duygularından arınmış, içini öfke ve acıma arası bir duygu kaplamıştı. Kadına şiddete, hele de sakat bir kadına, karına, çocuklarının annesine şiddete asla tahammül edemezdi. Defalarca böyle vakalara bakmış, kimini çekip kurtarmış kimine ise yetişememiş ama toprak altından sesini işitip, adaletini göstermişti. “Allah kocası olacak adamın belasını versin.” sözleri Kader’in ağzından istemsizce döküldü. Normalde taraf gözükmekten çok korkardı ama burada nedense kendini çok özgür hissediyordu. Konuşmaya devam etti: 

“Bu tipleri iyi bilirim. Bunlar mahkeme salonunda karşımda süt dökmüş kedi gibi dururlar, boyunlarını bükerler, kravat takıp düzgün insana benzemeye çalışırlar. Ama Gülbeyaz gibi kadınları döverken hatta öldürürken içlerindeki canavar serbest kalır, gözleri hiçbir şeyi görmez. Kendilerini dünyanın sahibi zannederler. Hukuk okuduğum için kendimle en çok bu davalarda gurur duyarım. Bir kadın hakimin karşısında böyle ezilip bükülmelerini görmek, canına kast ettikleri hatta belki de canını aldıkları o kadınların öcünü aldığımı hissettirir bana. Peki bana sormak istediğiniz nedir?” diye sordu Kader ve devam etti “Hakkımda bu kadar bilginiz varsa, bu davayla ilgili kararımı da bilirsiniz zaten.” 

“Unutma tek bir hakkın var. Hepsini dinlemeden karar vermek seni zora sokabilir.”
“Gülbeyaz ne istiyor peki?”
“Gülbeyaz, hayat boyu rahat yaşayacağı sabit bir gelir ve bu sayede kocasından ayrılma özgürlüğü istiyor. Hakkını ondan yana kullanırsan Gülbeyaz ömrü boyunca yetecek sabit bir gelire kavuşacak, kocasından ayrılacak, kendine İstanbul’da düzen kuracak. Aile içi şiddet son bulunca, üç çocuğu da çok iyi okuyacak, meslek sahibi olacak, Gülbeyaz hayatının sonuna kadar mutlu yaşayacak. Kızı başbakan olacak, aile içi şiddeti en ağır cezalara mahkûm eden yasayı çıkaracak ve Türkiye’de aile içi şiddet bitme noktasına gelecek.” 

“Peki ya başkasını seçersem onlara ne olacak?”
“Kısa bir süre içinde kocası Gülbeyaz’ı öldürecek, çocuklar çocuk esirgeme kurumlarına dağıtılacak. Büyük oğlu sokakta tartıştığı bir kişiyi öldürüp hapse düşecek, kızı tecavüze uğrayacak.” 

Kader’in içine bir karamsarlık çöktü, Türkiye’de her yıl yüzlerce ve belki binlerce kadın bunu yaşamaktaydı. Şimdi Kader’e hepsine birden adalet dağıtma şansı verilmişti. Tek bir kararla binlerce kadını kurtarabilir, binlerce çocuğun sağlıklı bir ailede yetişmelerine imkân tanıyabilirdi. Kader kesinlikle Gülbeyaz’ın yaşamasını istiyordu. Birden etraf karardı, bir boşluğa düştüğünü hissetti. 

***

Göğsünde derin bir acı hissetti ve çığlıkla gözünü açtı. Bu sefer bir kuyumcu dükkanındaydı. Yuvarlak yüzlü, sarı saçlı on sekiz on dokuz yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı karşısında. Ama gözleri korku ve öfke doluydu, sanki Kader’e değil de Kader’in arkasına bakıyor gibiydi. Kader arkasını döndüğünde, bankonun arkasında hafif kel, kırk beş elli yaşlarında bir adam gördü. Adamın eli havada, sanki çocuğa uzanacakmış gibiydi ve gözlerinde alay eden ama aynı zamanda babacan bir bakış saklıydı. Derken Kader’in gözleri adamın üzerinde yavaş yavaş aşağıya doğru kaydı ve gencin aslında adamı tam kalbinden bıçakladığını gördü. Dehşete kapıldı ve bir adım geriye zıpladı. “Korkma. Tüm bunları hiç yaşanmamış kılabilirsin.” dedi otoriter ses. “Şimdi Okan ile tanışıyorsun.” 

“Okan bıçaklanan adam değil mi?”
“Hayır, Okan bıçaklayan.”
“Nasıl yani? Bana bir katili mi soracaksınız şimdi? Anlatmanıza gerek yok. Birinin öldürülmesinde hiçbir haklı gerekçe olamaz.”
“Bazen hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Belki sen de burada değilsindir. Ama bu seninle konuştuğumuz gerçeğini değiştirmez.”
“Bilmece çözmek için biraz büyük değil miyim? Peki. Neyse. Dinliyorum devamını.”
“Okan on sekiz yaşında, lise son sınıfta, çok başarılı bir öğrenciydi.”
“Hiç de öyle birine benzemiyor şu haliyle.”
“İyi bir gelir grubuna dahilken, babası ortağı tarafından kandırıldı ve büyük bir borç ile battı. Babası bu üzüntüye dayanamadı ve iki yıl önce kalp krizinden öldü. Tüm akrabalar ailenin borcundan haberdar olduğu için, kimse aileyi sahiplenmek istemedi ve birer birer uzaklaştılar. Okan da ailenin büyük çocuğu olarak kanser hastası ve yatalak olan annesi ile üç kardeşine bakabilmek ve borçları ödeyebilmek için, küçük çaplı işlerde çalışmaya başladı. Ama kazandığı ancak boğaz tokluğuna yetti, babasından kalan borçlar faizlerle günden güne arttı, en son haciz geldi. Haciz memuru ağabeyi Okan’a acımış ve bir kenara çekip “Neden reddi miras yapmadınız?” diye sormuştu. Ama böyle bir seçenek söz konusu olamazdı, çünkü annesi hiç çalışmadığı için, kanser tedavisini Okan’ın babasının sigortası sayesinde yaptırabiliyorlardı. Reddi miras demek annesinin tedavisini de sonlandırmak olacaktı. Babasından kalan borcu çalışarak kapatamayacağını anlayan Okan, biraz da çocuk aklıyla, kuyumcu soymaya karar verdi. Mutfaktan bir ekmek bıçağı aldı, amacı sadece kuyumcuyu korkutmaktı. Ama kuyumcu daha önce de benzeri bir olay yaşadığı için hazırlıklıydı ve soygun sırasında Okan’ın bir anlık dalgınlığından faydalanmak istedi. İşte tam o sırada Okan paniğe kapıldı ve bıçağı kuyumcuya sapladı.” 

Kader bir an ne diyeceğini bilemedi. Birini öldürmenin haklı bir gerekçesi olamazdı ama olayların bu noktaya gelmesinde Okan mı suçluydu? Bildiği tüm değer yargılarını gözden geçirdi ama işin içinden çıkamadı. Olayı bizzat gözleriyle gördüğü için mi bu ikilemi yaşıyordu yoksa yıllardır bu tür davalarda mecburen uyguladığı ceza yasalarına aslında çok da inanmadığından mı? Nasıl da değişmişti bir anda Okan’ın gözleri. Biraz önce öfke sandığı bakışın aslında endişe, yalnızlık ve çaresizlik dolu olduğunu fark etti. Kafasındaki ses devam etti:
“Okan’ı seçersen babasından kalan tüm borçlar kapanacak, kuyumcu olayı hiç yaşanmamış olacak. Okan ve üç kardeşi sabit bir gelirle okumaya devam edecekler, çok başarılı birer iş insanı haline gelecekler. Daha sonra dört kardeş annelerinin anısına bir vakıf kurup, kanser hastalarının çocuklarının eğitimlerini üstlenecekler ve bu yolla yüzlerce çocuğun geleceğini kurtaracaklar.” 

“Peki ya seçmezsem?”
“O zaman Okan hapse girecek, anne kısa süre sonra öleceği için, diğer kardeşleri evlatlık olarak farklı farklı ailelere verilecek. Okan hapisten çıktığında bir hükümlü olarak bir daha iş bulamayacak, günübirlik işlerle karın tokluğuna yaşayacak. Fırsat buldukça kardeşlerini arayacak ancak izlerini bulamayacak. Zaten kardeşlerinden biri on bir yaşında trafik kazasında ölecek, diğer ikisi madde bağımlısı olarak bir tornacıda yaşamlarını sürdürecek.” 

Kader’in kafası iyice karışmıştı. Kadına şiddet kesinlikle hassas noktasıydı ve şimdi kanayan yaraya merhem olmak değil, sorunu temelli çözme fırsatı vardı. Ama Okan da kardeşleriyle birlikte bir vakıf kurarak yüzlerce gence umut olabilirdi. Biri elini tutuyor gibi hissetti, içinde derin bir huzur oluştu, istemsizce gözlerini kapadı. 

***

Karanlıkta bir kadının ağladığını duyuyordu, uyanmak istiyor ama gözünü açamıyordu sanki. Sonra yavaş yavaş gözlerini açtı, görüntü netleştiğinde karşısında bir şark köşesi ve burada bacaklarını altına kıvırmış, kollarında altın bilezikler olan, esmer yirmi beş otuz yaşlarında bir kadın gördü. Kadının kucağında minik bir bebek vardı. Kadının gözleri ağlamaktan şişmişti ve sanki bir kurtarıcı bekler gibi pencereden çok uzak diyarlara dalmıştı. “Gene bir kadına şiddet vakası galiba.” diye düşündü Kader. “Hayır, bu seferki kahramanımız İlker ve şu anda annesinin kucağında uyuyor.” diye cevap verdi ses. Kader artık bu sesten rahatsız olmuyordu, garip bir şekilde sesi duyduğuna sevindi ve konuşmayı sürdürdü: 

“Daha yeni doğmuş bir bebeğin bu hayattan nasıl bir adalet talebi olabilir ki? Gerçekten merak ettim doğrusu.”
“İlker, Şanlıurfa’nın önde gelen aşiretlerinden birinin ilk erkek torunu. Annesi Kübra, babası Halis. Kübra ve Halis aile büyüklerinin kararıyla, zorla yirmili yaşlarda evlendirilmiş amca çocukları. Halis aşiretin bir sonraki ağası olacağı için, erkek çocuk özlemi vardı. İlk çocukları kız olduğu için, İlker’in doğumuyla evde bayram havası esmişti ancak çok kısa bir süre içinde İlker’in ölümcül bir genetik hastalığı olduğu fark edildi. İlker hemen tedavi edilmezse çok kısa bir süre sonra ölecek. Tedavi olursa hayatta kalması mümkün ancak hayatı boyunca yürüyemeyecek. Aşiretin önde gelenleri, sakat kalacağı gerekçesiyle, İlker’e tedaviye başlanmasını istemiyorlar. Sakat bir çocuğun aileyi her anlamda olumsuz etkileyeceğini düşünüyorlar. Ailede sakat çocuklar doğduğunun yayılmasını istemiyorlar. Ayrıca sakat bir çocuğun aileyi düşmanlara karşı zayıf göstermesinden endişe ediyorlar. Daha önce birkaç kez daha böyle sakat çocuklar doğmuş ve onlar için de kararlar hep aile ileri gelenleri tarafından benzeri şekilde verilmişti. İlker’in de ölüme terk edilmesi kararı verildi. Kübra çocuğunun hayatta kalmasını istiyor, Halis ise ailesine çok karşı gelemiyor.” 

“Peki burada ben neye karar vereceğim?”
“İlker’in yaşamına. Eğer hakkını İlker’den yana kullanırsan, aşirette ilk defa bir sakat bebeğin yaşaması için karar alınacak. İlker yaşayacak ve sakatlığı sebebiyle aşiret içine çok dahil olmayacak, kendini okumaya ve gelişmeye adayacak. Daha sonra kendi hastalığı üzerine dünya çapında bir genetik uzmanı olacak, hastalığın erken tanı ve tedavisi ile ilgili devrim niteliğinde çözümler geliştirecek. İlker’in geliştirdiği tedavi ile hasta çocuklar tamamen normal bir yaşama kavuşacak. Kurduğu vakıflar aracılığıyla da hem Türkiye’de hem de dünyada kalıtsal hastalıkların tanı ve tedavisinde eğitimler yapacak, akraba evliliği ve kalıtsal hastalıklar konusunda toplumsal bilinci arttıracak, böylece milyonlarca ailenin hayatına dokunacak. Eğer tercihin İlker’den yana olmazsa İlker dört ay sonra ölecek, ablası annesi ile benzer bir kadere mahkûm olacak, on beş yaşında halasının oğluyla evlenerek yine sakat çocuk sahibi olacak. Genetik miras nesiller boyu aile içinde sakat çocuklar doğmasına ve onların ölüme terk edilmesine yol açacak.” 

Kader göğsünün sıkıştığını hissetti, ne kadar büyük bir sorumluluk altına girmişti. Elleri terliyor, başı fırıl fırıl dönüyordu. Hayatı boyunca yüzlerce davaya bakmıştı. Suç dışarıda, sanık mahkeme salonunda, adalet Kader’in koltuğunda olurdu. Herkesin yeri belliydi. Şimdi suç neydi, sanık kimdi? Kader koltuğunda kalmış, ama geri kalan her şey tepetaklak olmuştu. Şimdiye kadar sanık için karar vermiş, kararının sonuçları ile yüzleşmek zorunda kalmamıştı. Savcı önerir, Kader gereğini düşünür ve yasaların ön gördüğü ceza ile dosya kapanırdı. Ama şimdi adalet için bir seçim yapmak zorunda kalmıştı. Birden hayatı boyunca hiç seçim yapmadığını fark etti. Adliye dışında bir hayat hiç bilmemişti, mesleği kendi kendine gelişmişti. Ümit ile tanıştığında tüm iliklerine kadar onun doğru kişi olduğundan emindi, başkasını gözü bile görmedi. Çocuk sahibi olmayı istemiş ama olmayacağı kararını yine kendisi değil, Ümit’in çocukluğunda geçirdiği kabakulak enfeksiyonu karar vermişti. Mahkeme salonunda karşısında dikilen kişiler için kararlar vermiş, ama hiç kendisi için bir karar vermek zorunda kalmamıştı. Şimdi kendisi için bir karar vermeliydi ama bunu yaparken, hayatındaki en önemli direği, adaleti, göz ardı etmeliydi. Üç vakadan birini sevindirirken, ikisini kaderleriyle baş başa bırakmalıydı. Kimler kaderini daha çok hak ediyordu? Gülbeyaz mı? Okan mı? İlker mi? “Artık uyanmak istiyorum. Artık uyanmak istiyorum.” diye haykırdı, o sırada gözleri karardı. 

***

Uyandığında tanıdık gümüş tavanı gördü. Tekrar başa dönmüştü. Odada yine kapı yoktu, pencerede ise sadece bulutlar vardı. “Hala rüyadayım.” diye düşündü. Hiçbir rüyadan bu kadar çok uyanmak istememişti. Uyanmak, kahvesini yapıp, kitabını okumak istiyordu. Artık çok sıkılmıştı, öfkelenmeye başladı. “Aaaaay yeterrrrr! Uyanmak istiyorum artık. Offff!” diye bağırmaya başladı. “Artık sana bazı gerçekleri söylemenin vakti geldi.” dedi ses. Kader’in kalp atışları iyice hızlanmıştı. “Hadi artık uyanmak istiyorum.” diye tekrarladı. 

“Henüz uyanamazsın. Halen kararını vermedin. Ama önce sana açıklamamız gerekenler var. En son neredeydin?”
“Banyoya girmiştim, duş alıyordum.”
“Sen duşta bir beyin kanaması geçirdin. Ümit’in uçağı iptal olduğu için eve döndü ve seni banyoda görür görmez ambulansla hastaneye getirdi. Gülbeyaz’ın evine girerken duyduğun ambulans sesini hatırlıyor musun?” 

Kader duyduklarını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyordu. Ses söyledikçe o da onları yaşadığını bildiğini fark ediyordu. Ama ses söylemeden devamını getiremiyordu. Boğazından bir düğümü açarcasına sesini kontrol edemeden sese cevap verdi:
“Eeeeeeevet. Evet. Hatırlıyorum.” 

“Peki Okan’ı gördüğünde göğsünde hissettiğin derin acıyı?” 

“Evet onu da hatırlıyorum. Sonra da biri elimi tutmuştu sanki.”
“Hissettiğin elektroşokun göğsünde yarattığı yanık, elini tutan da Ümit’ti. Daha sonra İlker’i görmeden önce karanlıkta ağlayan kadın duymuştun. O da Saadet Hanım.”
“Ağlayan kadın mı? Ne yani öldüm mü ben şimdi?”
“Hayır, komadasın. Uyanmak için karar vermek zorundasın. Karar verdiğinde UYANACAKSIN.” 

SON 

Ekim 2020

Yazarın diğer öykülerini okumak için tıklayın.

Hızlı İletişim
Merhaba. Size nasıl yardımcı olabiliriz?