GÖRMEK
Şeyma Eleroğlu
Yoğun hastane kokusu. Beyaz olması gereken hastane duvarları. Yerinde olması gereken bir çift gözü yolda düşürdüğümü söyleyen tiz sesten bir kadın doktor. Her şey beş dakika önce olup bitmişti. Yüksek şekerden, ileri basamak stresten geçici körlük yaşadığımı düşünürken beş dakika önce yolda bir çift göz düşürdüğümü öğrendim. Ne zaman düşürdüğümü bilsem gider yolu arardım ama bulan alıp götürmüştür şimdiye kadar. Geç kaldık. Bütün bu detaylar düşünülüp bir sonuca varamadıktan sonra geriye elimde tek bir gerçek kaldı. Artık göremeyeceğim. Bu kadar işte. Oysa ki en başta yüksek şeker demeseydim ve ellerimle kontrol edip orada olmadıklarını fark etseydim… Ama geç kaldım.
Ben umutsuzca ve bol tökezlemeyle gittiğim yolda ilk banka oturmuşken, banka bir anda bir ağırlık hissi çöktü. Bu bir his değil, kendi kendime tekrar edip durduğum rakamları telefonuna işleyen, koku tercihini limon kolonyasından yana kullanmış bir adamdı. Numarayı çevirip kulağıma dayadı telefonu. Üç kez çaldı, dört.. Beş kez çaldı. Açmadı. – Ara, dedim. Tekrar ara. İkinci arayışımızda çok geçmeden açıldı telefon.
– Seni görmem gerek, dedim. İlk söylediğimde bu kadar ironik gelmemişti kulağa.
– Beni otogardan karşılaman gerekecek bu sefer.
İkiletmedi. Neden diye sormadı. Sormazdı. Sormalarını böyle şeylere harcamazdı Aygül. Özenle zihnimizi yerle bir ettiği gece muhabbetlerine saklardı çoğunlukla.
Taksiye bindiğim yerden otogar yolunu tahmin etmeye çalışıyordum. Düz yoldan gideceği yerde yeni yapılan hastanenin arkasını bir tur dolaştığına yemin edebilirdim. Nereden anlamıştı hemen göremediğimi? Bu kadar çabuk anlaşılıyor muydu? Madem göremeyen insanlar apaçık ortadaydı, biz neden bunu fark edemeden, yalnızca bakmayı becerebilmiş herkesin bir şeyleri görmesini umut ediyorduk?
Yüzleştim ayıbımla. Ve otobüse bindim.
Koltuğuma yerleştiğimde içimde en yer eden, belki de tek yer eden, yolun da bu olduğunu düşündüm. Otuz sekiz yaşındayım. Ve ömrümce bakmadım etrafıma. Bakmamışım yani. Onu da yeni fark ettim. Ne zaman bir izin günüm olsa, kendimi bu bir saatlik yola attım. Kıyıda bir şehir, sakin bir Ege kasabası, fotoğrafı bile insanın nefesini kesmeye yeten Marmaris koyları… Ne bok yemeye görmedim hiçbirini şimdiye kadar? Şehrimdeki bütün işlek kafeler, alışveriş merkezleri, tiyatro binaları geliyordu gözümün önüne. Ama o koylar, Ege kasabaları… Buna da geç kaldık. Büyük bir korku sarmıştı içimi. Bu yeni bir şey değildi. Göremediğimi fark ettiğim an beni bu yola sürükleyen bu korkuydu belki de. Belki değil, kesinlikle. Tanıdık yerlere gitmek, güven veriyordu. Gözümü her kapattığımda anında her ayrıntısıyla canlanan vadinin şimdi gözümü açamadığımda da yanımda olmasını istiyordum. Gerçekten bakarken gördüğüm, zihnimce kabullendiğim ve zihnimin de kabullenildiği tek yeri istiyordum.
Otobüsten indiğimde put kesildim. Evet, vadiye aşinaydım ama hiçbir otogarı en yakın bankın nerede olduğunu anlayacak kadar benimsememiştim. Birkaç adım attım. Ayağım kaldırıma takıldı. Çöküp oturdum olduğum yere. Aygül de beni bu kez yerde bulsundu. Her adamın bir gün kaldırımda korkuyla oturup bulunmayı bekleyebileceğini bilsindi işte.
– Huff.
Derin bir nefes veriş ve tanıdık bir kokuyla yanıma oturdu. Nefesi bira ve sigara kokuyordu. Sevdim.
– Gidelim, dedi. Kalktık.
Eve girdiğimizde direk oturma odasındaki sedirin üzerine attım kendimi. Duvardaki saatin tıkırtısı beynimin içinde yuva yapıyordu gitgide. Elinde bira şişelerinin şıngırtısıyla Aygül odaya girdi.
– Onca yolu sedire yığılmak için mi geldin?
– Görmüyorum ulan…
– Biliyorum, dedi. Hep biliyordum.
Ertesi gün yakıcı bir sıcaklıkla uyandım. Bu sedir öğlenleri güneş kapanına dönüşüyordu. Demek bu saate kadar ses etmemişti bana. Önceki gecenin çekincesiyle gittim mutfağa.
– Günaydın, dedi.
– Kahve?
– Papatya çayı, taze peynir, yeşillik, yumurta ve vadiye de iki saatimiz var.
Gerçekten üç gündür bir şey yememiş kadar açtım. Yumuldum yumurtaya.
Evden çıktığımızda güneş yeni yeni iniyordu. Aygül koluma girdi. Gurur yaptım.
– Bırak, dedim. Biliyorum yolu. Şu caminin yanından sağa döndük mü…
– Yeni oteller yapılıyor. Yol inşaat dolu. Toz toprak her yer. Alt sokaktan yürüyeceğiz.
Böylece en güvendiğim yollardan birine daha veda ederek koluna girdim. On dakika kadar yürüdük. Vadinin bu girişi hep biraz karışıktır. Ama bu defa daha zordu.
– En büyük gözü kapalı olana kadar gidemeyiz, dedi. Yol çok kayıyor. Bu halde olmaz.
O an büyük gözü kapalının (taş üzerindeki suretleri keşfetmek onlara isim koymaktan daha kolay gelmiştir hep) benim için artık daha anlamlı olduğunu düşündüm.
– Tamam, dedim. Hiç susmayanla sakince dinleyene götür beni.
On beş dakikalık yolu o halde kırk dakikada yürüdük. Ben tam pes etmek üzereyken – Geldik, dedi.
Kafamı tutup hafif sola çevirdi. İşte, oradaydılar. Taşa oyulmuş iki koca suret, hiç durmadan her gün böylesine bir muhabbetteydiler.
– Göreme tarafından geldiğin yoldan bakınca ikisi de ağızlarını ayırmış gülüyorlar biliyor musun? dedim.
– Biliyorum, dedi. Onu da birlikte görmüştük.
– Yalnızı geçtik mi?
– Evet, dedi. Hala yalnız. Rüzgarın birkaç yüzyıl daha yanındaki kayayla oynaşması gerekecek.
Güldüm.
– Öyle ya.
Yarım saat ve iki sigaralık izledim her yeri. Bakarken görebildiğim nadir bir şeydi. Kolay unutacak kadar kör olmamışım. Zihnime şükrettim.
Aygül vadiye karşı ıslık çalıyordu. Biraz sonra çantası hışırdadı. Mızıkasını çalmaya başladı. Güldüm. O da güldü. Mızıkayı benim ağzıma dayadı bu kez. Hazırlıksız yakalandım. Üfledim yine de. “füü” diye bir ses çıktı. Gülmekten yere kapanmıştık. Birkaç dakika sonra toparlandı. Üstünü çırpıyordu. Ona döndüm.
– Al bir şişe it öldüren, dedim. Eve gidelim. Balkonunun manzarası bu saatte çok güzel.
- Kale by LyraThemes.com.