ÇAMUR

Evren Karaahmet

Çocukmuşum. Kasabada çerçilik yapan babamın inşaatlardan topladığı kalaslarla yaptığı arabası pazar yerinde çamura saplanmış. Çıkarmaya çalışıyorum. Babam arabanın başında dikilmiş, beni izliyor. Arkasına dolanıp itiyorum; lastik tekerlekler çamura iyice gömülüyor. Önüne dolaşıp çekiyorum; sanki araba üzerindeki yüklerle birlikte büyüyor, ben küçülüyorum. Debelendikçe işler daha da kötüye gidiyor. Karşıda bir kır kahvesi, camekanın önünde her yaştan adamlar, ahşap iskemlelere oturmuş, bizi izliyorlar. Kiminin elinde çay bardağı, kiminin ağzında sigara, ama hepsinin yüzünde aynı bulaşık gülüş. Babama bakıyorum. Benden yana umutsuz; “bunu da başaramadın” der gibi. Gözlerimi kaçırıp son bir kez daha tüm gücümle yükleniyorum, nafile, olmuyor. Kahvenin önündeki adamlar halimize bakıp dizlerini döve döve kahkahalar atıyorlar. 

Oradan kaçar gibi uyandım uykudan. Çarşafın benden tarafı terden su gibi olmuştu. Safiye dönmüş sırtını uyuyordu. Eskiden benden önce kalkardı bu kadın, çayı demler, yumurtayı haşlar, peyniri zeytini önüme koyar, beni uğurlayıp tekrar yatardı. Hele ilk zamanlar, akşam oldu mu pencerede yolumu gözler, sokağın başında beni gördü mü, daha eşiğe varmadan kapıyı açardı. Şimdilerde hiç oralı değil. Ne yapsın kadın, gün mü gördü bende? Elin süslü karıları gibi takıp takıştırıp dedikodulu altın günlerine mi gidebildi? Bir evlat diledi garip; o da nasip olmadı. Zaten dün gece de erkenden gitti yattı. Eskiden olsa sorardı; halimden sıkıntımı hemen anlardı.

Sıkıntı dedim ya, bakalım ne olacak? Dün yanına çağırdı bizimki. Gittim; dışarı çıkmış. Bekledim; gelmedi. Muhasebeci kıza sordum, “Bugün gelmez artık.” dedi. Malum niçin çağırdığı: önce lafı ağzında geveleyip hal hatır soracak, sonra sadede gelecek; “Eeee Niyazi Bey, bak bilirsin, seni severim, yıllardır beraberiz. İyi kötü bugünlere beraber geldik, ama işler eskisi gibi değil. Malum, her gün bir şeyler çıkıyor. Herkesin de dayanma gücü bir yere kadar. Elinden geleni yapıyorsun ama bazen olmuyor. Yani lafın kısası, seninle helalleşmek zorundayız.” falan deyip güya beni üzmeden kibarca kapıyı gösterecek.

Haklı adam. Daha ne kadar idare edilir benim gibisi? Dizgici diye bir şey mi kaldı artık? Kurşun baskı işi biteli bizim tezgahlar müzelik oldu. Hem avuç içi kadar yerde iki tane daha matbaa açıldı. Anam değil, babam değil. Arada hatır da olsa, uyduruk işlerle ne kadar idare edilebilir ki bir adam? Zaten işler kötü diye fısır fısır konuşuyorlardı matbaada. Kaç kere duydum. Belliydi böyle olacağı.

Kendimi evden dışarı attım. Üstüm başım kirlenmesin diye evin bulunduğu dar sokaktan caddeye kadar çamurun içindeki taşları seçe seçe yürüdüm. Her gün önünden geçtiğim kaymakam lojmanındaki bekçi köpeği derin derin uyuyordu. 

Matbaadaki muhasebeci kız yine o hiç bitmeyen telefon görüşmelerinden birini yapıyordu. Yanındaki sandalyeye oturdum. Başımla patronun odasını işaret edip “Geldi mi?” diye sordum. “Yok.” dedi. Etrafıma bakındım. Dört beş kişi makinelerin uğultusu içinde, kağıt tomarlarının, ruloların arasında dolaşıyorlar, çıkan ürünleri kesip paketledikleri ve kutularına yerleştirdikleri matbaanın huzursuz dünyasında yuvarlanıp gidiyorlardı. Bodrum kattaki kuş yuvası kadar depoya kaldırılan dizgi tezgahımın yerine, üzerinde renk renk düğmeleri olan o sevimsiz devasa makine koyulalı yıllar olmuştu.

Karanlık bir kuyuya iner gibi on sekiz basamağı adımlayıp bodruma indim. İnsanda bir an önce terk etme isteği uyandıran, kasvetli deponun yarısı zeminden tavana kadar üst üste yığılmış kağıt balyaları ve rulolarla doluydu. Diğer tarafa da artık kullanılmayan dizgi tezgahımı ve içinde kurşun takımlarının bulunduğu çekmeceli ahşap dolabı koymuşlardı. Bunların ortasında kalan avuç içi kadar boşlukta da “sen artık burada otur” demek için konulduğu belli olan küçük bir masa vardı. Delinen kumaşından süngerleri fırlamış eski sandalyeye çöküp derince soluklandım. Epeyce bir zaman bekledim. Arayan soran olmadı. Umutlanmak için düşünmeye çalıştığım ihtimallerin hiçbirini gerçekçi bulmuyor, kısa süre sonra yine karamsar düşüncelerde boğuluyordum.   

Babamın “sanat öğrensin, kolunda altın bilezik olsun” demesiyle işe başladığım bu izbe matbaada, mürekkep kokusuyla geçen onca yılı, ustanın vakitsiz ölümüyle daha kalfa bile olmadan başına geçtiğim şu tezgahı, siparişleri yetiştirmek için sabahladığım uzun kış gecelerini düşündüm. Sonra benim günlerce uğraştığım işi birkaç saatte yapıveren ofset makinasının matbaaya geldiği günü hatırladım. O gün herkes gibi ben de heyecanlanmıştım. Nereden bilebilirdim, kolumda ömür boyu kalacak sandığım bileziği söküp alacağını? Bir gün mezar gibi daracık bu depoda oturup patronun iki dudağı arasından çıkacak kaderimi bekleyeceğimi nereden bilebilirdim? Bu düşüncelerle günü akşam ettim.

Başımı kaldırdığımda üst üste dizili kağıt toplarının iri kaya parçalarına dönüştükleri, üzerime yuvarlanmak için sabırsızca bekledikleri hissine kapıldım. Yerdeki ruloların her biri yüzü bana dönmüş, “ateş” talimatını bekleyen birer top namlusuydu sanki. Kaygıyla masanın altına sindim. Kıyamet kopmadan kaçmam gerekiyordu buradan. 

Basamakları sürünür gibi güçlükle çıktım. Muhasebeci kızın önünden geçtim. Beni görmedi. Patronun odasının kapısı kapalıydı. Dış kapıya yöneldim. Usulca sokağa süzüldüğümü kimse fark etmedi.

Tam caddeye adımımı atmıştım ki, birden çevremdeki her şey hızla büyümeye başladı. Her gün önünden geçtiğim birkaç katlı binalar gökdelen gibi yükseliyorlar, dev uçaklar gibi iri arabalar asfalt yoldan hızla gelip geçiyorlardı. Korkuyla bir çalının altına gizlendim. Bir süre ortalığın sakinleşmesini bekledim. Fırsatını kollayıp koşarak yolun karşısına geçtim. Nefes nefese kalmıştım. Güçlükle kaldırıma tırmandım. Eve doğru yürümeye başladım. Adımlarımı sıklaştırmama rağmen yol bir türlü bitmek bilmiyordu. O sırada karşıdan patronun geldiğini gördüm. Her adımında biraz daha büyüyordu. Matbaaya gidiyordu besbelli. Yanımdan geçerken olanca gücümü toplayıp yukarı doğru seslendim. Beni duymadı. Pantolonunun paçasına tutunmak için hamle yaptım ama parlak kumaş elimden kayıp gitti.

Eve yaklaştığımda hava kararamaya yüz tutmuştu. Kaymakam bekçisinin köpeği beni görünce delirdi. Kocaman parlak dişlerinin arasından savrulan salyalarından bir parçası ceketime boydan boya sıvaştı. Aramızdaki üç katlı ev yüksekliğinde demir parmaklıklar olmasa belki de zincirini koparıp beni parçalayacaktı. Var gücümle koşarak kaçtım oradan. Sokağın başına geldiğimde artık tükenmiştim. Yolumun en zor kısmı önümdeki bataklıktı. Belime kadar battığım çamurun içinden çıkıp evin kapısına geldiğimde perişan bir vaziyetteydim. Anahtar deliğine ulaşabilmem için ancak uzun bir merdiven bulmam gerekiyordu. O sırada Safiye’nin eski ayakkabılarını kapının eşiğinde bıraktığını fark ettim. Bir tanesini burnundan tutup güçlükle havaya kaldırdım. Topuğuyla kapıya vurmaya çalıştım. Birkaç denemeden sonra başardım. Safiye’nin ayak seslerini duydum. Dev kapı korkunç bir gürültüyle yarısına kadar açıldı. Ayakkabı ile birlikte arkaya doğru savruldum. Düşerken başımı yere çarptım. Gözlerim karardı. Orada öylece ne kadar kaldım, bilmiyorum.

Gözlerimi açtığımda yataktaydım ve saatin zili çalıyordu. Çarşafın benden tarafı terden su gibi olmuştu. Safiye dönmüş sırtını uyuyordu.     

Kastamonu, 23.04.2020

Hızlı İletişim
Merhaba. Size nasıl yardımcı olabiliriz?