KÜTÜPHANEDE ÖZGÜRLÜK
Aytekin Özel
Neden bir mekana girdiğimde, sanki tüm insanlar bana bakıyormuş gibi bir his oluşur? Kütüphaneye ilk adımlarımı attığımda, yine bu hisle yürüyüşüm bozuldu. Amortisörleri bozuk araç gibi, sağa sola yalpalayarak ilerledim. Kapı girişindeki kütüphane görevlisi memurların, göz ucu ile bana bakıp bakmadıklarını kontrol etmiştim. Onlar bakıyorlar mı? Bakmıyorlar mı? Emin değilim. Ama emin olduğum bir şey var. Girişin sağ tarafında, duvarın köşe kısmında, İnci Küpeli Kız bana bakıyor. Ressam Vermeer’in bu tablosundaki kıza, her ne kadar ‘inci küpeli’ dedilerse de, benim en çok ilgimi çeken mavi tülbenti ve derin bakışları.
Neyse, uçağın türbülanstan kurtulması gibi o manyetik alandan kurtuldum. Çantamı, müsait gördüğüm bir masanın sandalyelerinden birine astım. Masaların bir kısmı ceviz ağacından yapılmış. Ben genelde ceviz ağacından olan masaları tercih ederim. Suntadan yapılmış ve beyaza bulaca edilmiş masalar, bende sahte bir sağlamlık hissi uyandırır. O yüzden, iki kolumu üstüne koysam sanki kırılacak gibi gelir. Bir de eğer kenarından falan bir boya atarsa, sunta kokusu da, nemle birleştiğinde hiç de hoş kokmaz.
Üniversite kütüphanesi, aynı zamanda şehrin de en büyük kütüphanelerinden. Çoğu kez öğlen arası yemeğe gitmem. Genelde kütüphanede açlığımı kitaplarla bastırırım. Hele bir de kütüphaneye yeni gelen kitapları gözlerim hep. Sanki fırından yeni çıkmış ekmek gibi, kimseye çaktırmadan koklarım onları. Ne güzel de kokarlar! Öğlen yemeği vaktinde, buraya gelişimin altında, pek de itiraf etmek istemediğim bir şey daha yatar. Biraz da bunda, memleketimden her zaman baba parası istemek zorunda kalmak istemeyişim yatar. Babamdan para istediğimde, babamın “Dur oğlum bir anana sorayım bakalım, para var mı?” demesi, bilinç dışı zihnimde oluşan ‘yoksuluz inancına’ daha doğrusu çukuruna, beni daha çok düşürür.
Bu sefer buraya gelişimin esas nedeni, felsefe hocamız Kamil Bey’in, Odise Destanı ile ilgili araştırma projesiydi. Homeros’un bu konu ile ilgili kitabını, indekslenmiş kitapların arasından bulup çıkardım.
Okumaya başladıktan bir süre sonra, sanki hikayedeki Odise ben olmuştum. Özellikle, Odise ve arkadaşlarının eve dönüş macerasında, tilkinin ağzına sıkışmış tavuk gibi, nefes nefese kaldım. Hikayeye göre; Tanrıça Kirke, Odise’ye savaş sonrası eve dönüş yolunda uyarıda bulunuyor;
“Odise ne yaparsan yap, arkadaşlarınla sirenlerden sakının! Büyüleyici sesleri kim dinlerse yandı. Bilmeden dinleyenler bir daha evine, eşine çocuğuna kavuşamaz. Oradan geçerken durmayın. Kendini bir direğe bağla. Senin kulakların açık olsun. Arkadaşlarının kulaklarını da balmumu ile tıka ki sirenlerin sesini duymasınlar. Sen sese dayanamadığında, seni de duymasınlar ki, emir verip de iplerini çözdüremeyesin..”
Kalbimin küt küt vuruşu ile masanın hafif sallandığını fark ettim. Göğsümün, cevizden yapılmış masaya dayandığını fark ettim. İyice heyecanlanmıştım. Hele o büyülü seslerin Odise ve tayfasını etkilediği bölümler! Göğsümü masa kenarından çekip, sandalyeme yaslandım. Duygularıma hitap eden sahneler, birden zihinsel bir sorgulamaya dönüştü. Artık çile nöbetini, kalbim beynime devretmişti. Çünkü düşündüğüm konu, bugün halen insanların tam olarak bir çerçeveye oturtamadığı ve halen tartıştığı bir kavramla ilgiliydi;
Özgürlük!
Hikayeyi okuduğumda, şöyle bir zihinsel karmaşa denizinde buldum kendimi; adanın yanından geçerken Odise kendini direğe bağlatıyor. Gemideki tayfasının kulaklarını tıkıyor. Kulakları tıkalı olan tayfalarından birisi kulağındaki balmumunu çıkartıp açıyor ve o büyülü sesi duyduğunda da ona kapılıp gidiyor. İşte bu üç durumdaki insan modelinden, hangisi acaba daha özgürdür? Beynimdeki tüm nöronlar ve muhakeme yeteneğim bu sorunun cevabını arıyor şimdi.
Özgürlüğün birçok tanımını yapmışlar elbet. Ama bu tanımlara göre ben hangisinin daha özgür olduğu gerçeğine ulaşamıyorum. Özgürlük acaba, hemen çapraz sağımda, bir kolunu yılan gibi yanındaki kızın boynuna dolamış, istediği gibi mıncıklayan genç arkadaşın yaptığı mı? Ben şimdi içimden geldiği gibi, kütüphane de bağırmış olsam özgür mü olmuş olurum? Ya yemek dürtümden dolayı hemen her şeyi yemem özgürlük mü olur acaba? Yani dürtülerimizi efendi haline getirdiğimizde, biz ne oluyoruz? Biraz da bana özgürlük, sanki bu hislerime, bu dürtülerime rağmen seçim yapabilme gücü olarak geliyor. Belki de yapabilme gücüm olan her şeyden vazgeçebilme iradesidir.
Tam kafamı sağ elime dayamış, bu derin beyin fırtınasında boğuluyorken;
“Rüştü, kanka ne yapıyorsun? Şişşt. Sana söylüyorum duymuyor musun?”
Diyen bizim Matrak Recai’nin beni dürtüklemesi ile kendime geldim. Recai’ye boşuna matrak demedik arkadaşlarla. Olaylara çok esprili yaklaştığı gibi, orijinal tespitleri de vardır. Ona, Odise’nin hikayesini anlattıktan sonra, sence hangisi daha özgür diye sordum.
“Bunda bilinmeyecek ne var ki?” deyip devam etti;
“Bence burada kulağı kapalı iken açıp, sirenlerin sesine kapılan daha özgürdür. Çünkü, otoriteye isyan etmiş ve seçiminin sonucunu, olumlu veya olumsuz yaşamıştır.”
“Peki, otoriteye isyan etmek, özgür olmayla mı eşdeğerdir?”
“Bunu insanların kişiliklerini ezen, özgürlükleri ortadan kaldıran tüm otoriteler için söylüyorum.” Dedikten sonra Recai derin bir offf çekti.
“Kardeşim bu deli saçması felsefi sorular ile kafayı yiyeceksin. Benden bu kadar. Seni Odise’nle baş başa bırakayım. Haydi kolay gelsin.” Deyip oradan topukladı.
Doğrusu özgürlüğünü sıvışmadan yana kullandı. Onun, özgürlük ile ilgili görüşleri beni tatmin etmedi. Ben Odise’yi daha özgür görüyordum. Çünkü olabilecekleri önceden Tanrıça Kirke’nin uyarısı ile görmüş ve ona göre önlem almıştı. Özgürlük biraz da hedefini gerçekleştirebilme belki de. Onların hedefi de artık evlerine, eşlerine çocuklarına ulaşabilme. Geriye dönüş yolunu başarı ile tamamlayanlar, Odise ve kulaklarını açmayan arkadaşlarıydı. Kulakları kapalı tayfa, hedeflerine ulaşsa da, bana yine de özgür gibi gelmiyorlar. Çünkü Odise’nin emri altında oldukça kısıtlı yaşıyorlar.
Neyse bu hamur çokça su kaldırır. Kütüphanenin camından, kitapların hammaddesi ağaçları izliyordum. Bir kelebek cama kondu. Amanım bir de güzel ki. Rengarenk ve benekli. Sanki özgürlük dilediğin gibi, kelebek misali uçabilmekte. Sanırım kelebek benden daha özgür.
Kelebeğe bakmak beni bu felsefi girdabın içinden çıkardı. Şimdiye getirdi. Öğlen arasının bitmesine ve dersimin başlamasına yarım saat kalmıştı. Birden arka tarafımdan yaklaşan ve sesini duyduğumda irkildiğim ve tüylerimin diken diken olduğu o şahıs geldi. Her ne kadar, üniversite çevresinde ona Erman diyorlarsa da, ben ağzımı kirletmek istemiyorum. Şahıs demeyi tercih ediyorum. Çünkü bu zat, önüne gelene hakaret eden, ezip aşağılayan, kızlara sarkıntılık yapan birisidir. Korkutarak ve açık noktalarını yakaladığı insanları gemlerinden tutarak, bir çete de oluşturmuştur. Bir keresinde Aslı’ya sözle sarkıntılık etmişti. Aslı, hislerimi tam olarak ilan etmesem de sevdiğim kızdı. Buna dayanamazdım. Tam kafa atacakken, bizim Matrak Recai ortamın gazını almış, büyük facianın oluşmasını engellemişti.
Kelebeği gördüğümde genişleyen dünyam, bir anda onun sesini duyunca daraldı. Boşuna dememişler; düşmanla beraber bulunduğun yer, sahra kadar büyük olsa da dardır. Dostunla bulunduğun yer, iğne deliği gibi bile olsa, meydan kadar geniştir diye. Yani iki gönül bir oldu mu samanlık seyran olur. Ama o şahısla birlikte kütüphane bir viraneye dönüştü. O şehrin en büyük kütüphanesi, bir anda beni boğar gibi oldu.
Özgürlüğün ne olduğunu araştırırken, sanırım özgürlüğün ne olmadığını gayet iyi anlıyorum artık. Sanırım özgürlük sevmediğinden uzaklaşıp, sevdiğine koşabilmen ve bunu seçebilmen. Odise’yi kendine çeken o büyüleyici sese karşılık, o şahsın itici sesi beni ortamdan hızlıca uzaklaştırıyordu. Bende özgürlüğüme koşuyor ve kütüphaneden usul usul uzaklaşıyorum. Çıkış kapısının yanındaki, İnci Küpeli Kız bana bakıyor. Dört çerçeve arasına sıkışmış olan dilber, on yedinci yüzyıldan bana sıcacık bakıyor yine. Onun bakışları beni biraz teskin ediyor. Öylece çıkıyorum kütüphaneden. Zihnimde çözemediğim nice sorularla.
11.04.2020
Yazarın tüm öyküleri…