Görmek / Şeyma Eleroğlu
Öykü / Görmek / Şeyma Eleroğlu
KASİYER
Aytekin Özel
Bu kocaman markette bu kadar az personele iş yaptırmak fırsatçılık değil de nedir? Hem de erkek kuvveti ile yapılması gereken işleri de yapıyoruz. Ne de olsa işsizlik var ya. Bizim gibi kerizler de bulunduktan sonra düzelmez bu sistem. Zihnim, bu düşüncelerle uğraşırken, bir taraftan da, marketin açılma saati gelmeden, şu gelen deterjan kolilerini ve tuvalet kağıtlarını dizmem gerektiğini hatırlıyorum. Marketi biraz geç açsam bir sürü, tuzu kuru müşteri sözle istiskal etmese de, mimikleri ile ezer beni zaten.
Neyse saat sekizde açmıyoruz artık. Allah’tan şu Corona virüs salgınından dolayı dokuzda açıp, altıda da kapatıyoruz. Market sahiplerinin, yöneticilerinin yapamadığını bir virüs yaptı. Bakmayın herkes şu an sıkıntıda, zor durumda. Bir tarafım üzülüyor elbette. Ama itiraf etmeliyim ki, bir tarafım da nedense, ‘işte etme bulma dünyası’ deyip seviniyor. Yoksa ben kötü, vicdanı kararmış bir insan mıyım?
Şöyle bir geçmişime bakıyorum da, topu topu yirmi iki senelik hayatımda çok büyük hayallerim vardı. Mesela üniversite sınavında iyi bir edebiyat bölümünü kazanıp, sonrasında iyi bir yazar olmak istiyordum. Felsefi kitaplara da meraklıydım. Ama felsefeyi edebi metinlerimde kullanmak istiyordum. Gel gör ki, babamın üç yıl önce vefatıyla, annemin ve iki kardeşimin yükü omuzlarıma Himalaya Dağı gibi çöktü. O gün bugündür sırtımdaki bu dağ ile geziyorum. Yaşamın birçok adaletsizliğine şahit oldum. Bunları gördükçe o içimdeki çocuğun ışıldayan gözleri de yavaş yavaş sönmeye başladı. Hiç kimse, başkası hakkında onun ne yaşadığını bilmeden, içlerinde hangi ateşler yandığını anlamadan yorum yapmamalı. İşte görüyorum ve gördüm. Ne yorumlar yapıldı hakkımda şu kısacık hayatımda. Yine de içimdeki çocuğun gülümsemesi yavaş yavaş sönerken, ben başkalarına baktığım dış yüzümle gülümsemeyi zor da olsa eksik etmedim. Varsın riyakarlık desinler.
Mesela aynı markette çalıştığımız Nalan. Açık söyleyeyim, kendisini hiç sevmem. Çünkü, nedense, fırsat bulsa beni ilk uçurumdan atacak kişi budur diye düşünürüm. Gözleri bir o yana bir bu yana yerinde duramaz oynar. Biraz güzelcedir, ama kötülüğü o güzelliğin önündeki perdeyi kaldırdığı için, o da çirkinleşir.
Marketin diğer çalışanı Kerim Abi’nin merhametli ve adil bir insan olduğunu düşünüyorum. Çoğu kez Nalan’ın kolileri kaldırma ve temizlik gibi işlerde kaytardığını ve benim üzerimde işlerin yoğunlaştığını gördüğünde, olaya müdahale eder, bir oh çekmeme vesile olur.
Daha sonradan isminin Ayaz olduğunu öğrendiğim, müşteri olan ama müşteri gibi davranmayan birisinin çok sık markete geldiğini biliyorum. Bu genç zibidi, Nalan ile muhabbeti ilerletmişti. Bazen kahkahalarının diğer müşterileri de iğreti ettiğini birkaç defa gözlemlemiştim. Nedense bu çocuktan hiç hazzetmiyordum. İçimden işte birbirlerini bulmuşlar diyordum. Kerim Abi’nin de ondan hoşlanmadığından emindim. Hoşlanmasa bile Nalan’ın şerrinden korkup çirkeflik yaptıklarında, hafif bir uyarıda bile bulunamıyordu.
Ben yazı yazmayı, özellikle hikaye ve öykü yazmayı çok severim. En çok hayranlık duyduğum yazar Suphi Başdemir’dir. Onun kitaplarını nerede fırsat bulsam okumaya çalışırım. Aynı zamanda çok kısa dinlenme aralarında bir köşede birkaç satır da olsa bir şeyler karalarım. Bu bahsettiğim Ayaz denilen çocukla, bir ara bir şeyler karalarken göz göze geldim. Bakışları bulanık, burun delikleri hızlıca açılır kapanır şekilde gördüğüm bu insanla, hiç karşılaşmak istemezdim. Yanımdan geçerken;
“Oooo, güzel bayan, markette çalışan biri için biraz afili işler değil mi bunlar?” dedi küçümseyerek.
Ama ben nedense içimde cevap verme ihtiyacı bile hissetmedim. Öylece topuklayıp gitti. O gün, ‘keşke bu gece rüyama girmese ve rüyalarımı da kirletmese bu mahluk’ diye içimden geçirdim.
Akşam marketi ben kapattım. Her zamanki gibi Nalan, on dakika önce çıktı. Mahallenin bir köşesinde, Ayaz denilen züppeyle, gece karanlığında, başka karanlıklara yol aldılar.
Yürüme mesafesindeki evime on dakikada vardım. O akşam teyzemin kızı Ayşe de gelmişti. Onunla merhabalaştık. O da çok iyi bir okur olduğu için, hikaye denemelerimi ona gönderir, eleştirilerini dinlerdim. Eleştirileri beni pozitif olarak etkiledi hep. Annem biraz rahatsız olduğu için yemek yapmış getirmiş sağ olsun.
Annemi son birkaç gün hiç öpemedim. Şimdi de kokusunu hissedip sarılamıyorum. Çünkü haberler, gazeteler ‘sosyal mesafe’ diye bir şeyden bahsediyorlar. Sanki son on, on beş yılda herkes birbirinden uzaklaşmamış gibi. Ruhsal olarak uzaklaşmıştık. Önce ruhlarımız öldü. Şimdi ise bedenlerimiz ölüyor. Şimdi bedenler uzaklaşsa ne olur ki? Annem altmış üç yaşında. Benim sürekli market gibi bir ortamda virüs kapıp riskli yaş grubundaki anneme bulaştırma ihtimalim yüksek. Kardeşlerime de sarılamıyorum. Hızlıca duşumu alıp odama geçtim. Yine birkaç satır karaladığımda başımın masaya düştüğünü ve uyuyakaldığımı fark ettim.
O gecenin sabahı sırılsıklam uyandım. Rüyamda bir hayvan, pençesi ile yüzüme tam hamle yapacakken, şahin gibi bir kuşu görüp kaçıyordu. Ama beni o pençe hamlesi uyandırmaya yetti.
Sabah markete vardığımda ilginç bir şekilde açık olduğunu gördüm. Nalan ve Kerim Abi’yi gördüm. Yalnız değillerdi. Müdürlükten müfettişler de vardı. Kafamda niye geldiklerine dair hiçbir fikir oluşmuyordu. Nice sonra Kerim Abi konuyu açtı;
“Bak Burcu! Bu müfettişler ciddi bir kasa açığı olduğunu ve stoktan elektronik birkaç eşyanın kaybolmasını araştırmak için buradalar.”
“İyi ama biz kasayı genelde tutturuyorduk. Eşyalar da nasıl kaybolmuş ki?”
“Bak canın sıkılabilir, üzülebilirsin ama senden şüpheleniyorlar.”
Kafamdan kaynar sular döküldü. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Beynim durdu sanki. “Ne?” diye istemsizce bir kelimecik çıktı ağzımdan sadece.
Müfettişiler birkaç saat sonra beni sorguya çektiler. Kendimi çok aşağılanmış hissettim. Hayatımda, böyle aşağılayıcı bir olayla karşılaşacağımı hiç beklemiyordum. Beni teftiş sonuçlanana kadar işten çıkartacaklarını söylediler. Bir an, köşede Nalan’ın, nadan bakışlarını ve sinsi gülümsemesini gördüm. O bakışları göğsüme saplanmış bir ok gibi acı verdi. Sahi ona neden böyle bir uygulama yapmadılar? Bir yolunu bulduğu ve rahatlığı her halinden belli. Ön yargılı olmak istemiyorum ama bu işte de onun bir parmağı olduğunu hissediyorum.
Kerim Abi de çok üzüldü tabii. Şimdi bu karantina günlerinde anneme ve kardeşlerime nasıl bakacağım diye düşündüm ilk. Eve doğru giderken yanımdan geçen insanları sadece birer nesne gibi görüyordum. Çevremdeki her şey bulanık ve sisli. Sanırım onlardan biri de Ayaz’dı. Onu pis kokusundan çıkardım. Yanımdan vızıltı gibi geçti. Zaten üniversitede mühendislik okuyan Tarık da olsa göremezdim ki. Çünkü insanın ruh hali gerçekten dış dünyayı da değiştiriyor. O güneşli günde dünyam kapkaranlıktı.
Tarık sevdiğim çocuk. Arada bir telefonla görüşüyoruz. Üniversiteyi kazandığında birbirimize söz vermiştik. Evleneceğimiz günün hayali, hayatımdaki bir kaç sevinç sahnelerinden biri diyebilirim. Ama şimdi nice tahsilli güzel kızlar çevresindedir. Benim gibi bir kasiyer ile -hatta şu anda o bile değil- devam edecek mi korkusu var içimde. Bana, telefon görüşmelerinde çok bahsetmiyor okul hayatından. Sesindeki sıcaklık devam ettiği için, şu an güvenim var hala. Bir de bu durumda onun beni terk etmesini hiç kaldıramam.
Eve vardım. Anneme yüzümü göstermeden selam verdim. İçimdeki fırtınaları fark etmesini istemiyordum. O gün duş bile almadan odama gidip kendimi yatağa yüzükoyun attım. Bir anda gözyaşlarımın çarşafı ıslattığını anladım. Ağlamıştım işte. Keşke şu karanlık günler, gözyaşının aktığı gibi gitse ve kaybolsa diye geçirdim içimden.
Şimdi ne yapacaktım? Anneme ve kardeşlerime nasıl açıklayacaktım. Çok az birikmişim vardı. Onunla sadece birkaç ay idare edebilirdik. Anneme üzülmemesi için karantinadan dolayı geçici ücretsiz izin verdiklerini söyledim.
Evde ilk birkaç gün depresyon takıldıktan sonra, en iyi terapi yöntemime yöneldim. Yazmak! Evet; hikaye yazmaya, karalamaya, çizmeye koyuldum. Arada Kerim Abi’yi de arayıp son durumu soruyordum. O da ben gidince oranın tadı ve tuzu kalmadığını, işlerin hep savsaklandığını söyleyip dertleniyordu. Nalan’ın yanına genç bir kasiyer gelmiş. Nalan onu köle gibi kullanmaya başlamış yine. Böyle zamanlar, çirkin insanların, çirkinliklerini daha çok ortaya çıkardıkları zamanlar. Öyle ki, zaten marketlere gelen temizlik ve gıda ürünlerindeki artışlar ve stokçuluk, bunun toplumsal bir vaka olduğunu ve çürümeyi gösteriyor. Kalabalıkların diktatörlüğü ile, Hitler ve Mussolini diktatörlüğü arasındaki tek fark, sayı farkı ne de olsa.
İşten çıkarılışımın üzerinden iki hafta geçti. Kerim Abi aradı saat on civarında.
“Burcu, sana güzel bir haberim var.”
“Ne oldu teftişte aklandım mı?”
diye refleksle soru sordum hemen. Çünkü şu an aklımda sadece bu vardı. O devam etti;
“Yok o devam ediyor. Rapor bekliyorlar merkezden sanırım.”
“Eee başka ne gibi güzel haber var ki?”
“Bizim marketler zinciri bir yayınevi ile anlaşmış. Onların kitapları geldi buraya. Yayınevinin bir yetkilisi ile görüştüğümde bir öykü yarışması olacağını ve altmış bin lira para ödülü olacağını söyledi.”
İyice heyecanlanmıştım. Kerim Abi devam etti;
“Aynı zamanda seninle konuşuyorduk hatırlarsan. Senin Suphi Başdemir en sevdiğin yazardı. O da ilk üçe giren yazar adaylarını kendi yanında editör olarak işe alacakmış. Reklam afişinde bu şekilde yazıyor.”
Heyecanım, edebiyatın harika adamı Suphi ismini duyunca daha da katlandı. Acaba sevdiğim bir hobiyi işim haline getirebilir miydim? Buna hevesim var ama gerçekten yeteneğim var mıydı? Bilemiyordum.
Kerim Abi ile konuşurken aklıma gelenler bunlardı. Ona teşekkür edip telefonu kapattım. Hemen telefonumdaki internetten yayınevinin ilanına baktım. Gerçekten de öykü yarışması vardı. Başvuru süresi altı ay sonra bitiyordu. Konusu ise ‘Adalet Kavramı’ üzerine idi. Böyle bir heyecanı Tarık ile ilk buluşmamız öncesinde yaşamıştım. Uzun zamandır bu duyguyu unutmuşum. Aynaya baktığımda gözümün ışıltısı tekrar kendini gösteriyordu.
O gece saat dörde kadar yazı yazdığımı hatırlıyorum. İlk birkaç gün birçok müsvedde karaladım. İstediğim kurguya karar verdiğimde ise başladım öykü yolculuğuma.
Martın ikinci haftasını yeni bitiriyordum ki, hayatımın şok edici haberlerinden birini aldım. Telefondaki ses içimi acıttı. Arayan Kerim Abi’nin üç yıllık gencecik eşi, Esra Hanım’dı. Esra Hanım’la tanışıklığımızın yaklaşık birinci senesiydi. Sesi titreyerek;
“Burcu, canım. Kerim’i götürdüler.”
Anlamamıştım. Götürdüler ne demek? İlk hastalandığını düşündüm. ‘Ambulans ile hastaneye mi götürdüler acaba?’ diye düşündüm. Tam olarak ne olduğunu sordum. Bu sefer titrek sesini, ağlama sesleri takip etti. Zorlanarak da olsa biraz konuşabildi:
“Polisler aldı. Çalıştığı marketteki kız şikayetçi olmuş…”
Marketteki kız deyince birden gözümde, o uğursuz Nalan’ın silueti belirdi. Ne yaptı yine bu gerzek? diye içimde bir kızgın alev belirdi. Sonra öğrendim ki; Kerim bana tacizde bulundu diye savcılığa şikayette bulunmuş. Şahit olarak da, iğrenç suç ortağını yazmış. Yani Ayaz’ı. Kerim Abi konusunda içimde en ufak bir şüphe uyanmadı. Esra Hanım da çok şükür eşinin arkasında duruyordu.
Birkaç günlük gözaltı sürecinden sonra çıkarıldığı mahkemece tutuklandığını öğrendim. Allah’ım bu nasıl olabilir düşüncesi beynimi yiyecekti. Özellikle şu son dönemde gündüzlerim tükendi. Gecenin dibine doğru ivmeyle ilerliyordum. İnsan kontrol edemediği birçok dış tesirin ve olayın etkisinde kalabilir. Ama her ne olursa olsun, kendisine karşı davranışını kendisi belirler. Her şeye rağmen iç dengemi koruyabilecek miydim? Yaşamın bir nedeni varsa, onda meydana gelen acılarında bir nedeni olmalı! Bu yaşadığım acıların nedenini öğrenebilecek miydim?
Eşini ilk dönemlerinde hiç bırakmadım. Kerim Abi’yi ziyaretinde gücünü toparlamaya çalıştığını, onun da kendisinin de görüşlerde güçlü görünme çabasında olduğunu söyledi. Ama onu en çok, hapishane duvarlarından daha fazla, böyle bir iftiranın yıktığını ve yıprattığını söyledi.
Kafam karmakarışık, kalbim sıkışık, kendi derdimi unuttum. Bir an öykü yarışması aklıma geldi. Pek de bir hevesim kalmamıştı aslında. O zamana kadar düşündüğüm öykünün konusunu değiştirmeye karar verdim. Kerim Abi’nin hikayesini yazmaya karar verdim.
Sihirli bir ilaç gibi geldi yazmak bana. Kitap taslağımı hazırladım. Teyzemin kızı Ayşe sağ olsun öykümü okuyup kritik etti. Önerilerini söyledi. En son hazırlıkları da yaptıktan sonra yayınevine e-posta ile gönderdim. Yayınevinden gelen cevap e-postasında, öncelikle on dört öykü belirleneceğini sonra, katılımcılar ile mülakat yapılacağı yazıyordu.
Bu süre zarfında annemin kalp rahatsızlığı tekrar nüksetti. Çocukluğum zaten annemin yüksek tansiyon problemleri ile geçti. Çocukluğumda okuldan eve dönerken ‘kapımızın önünde kalabalık olur mu acaba?’ diye, stresle geçerdi. Cenaze olduğunda, kapıda biriken insanlar olduğundan, böyle bir korkum vardı. En büyük fobilerimden biri buydu. Şimdi ritim bozukluğu da ortaya çıktı. Kalbi düzensiz atmaya başladı. Şimdi ciddi bir problem yaşarsak, hastanelere de gelmeyin diyorlar. Salgın zaten sağlık sistemini felç etti. Hastanelere gitmeye korkuyoruz. Annemin rahatsızlıkları artmasın diye dua ediyorum yine.
Beş gün sonra tanımadığım bir numara aradı. İlk önce soruşturmayı bitiren müfettişlerden birinin numarası zannettim.
“Merhaba! Ben Bilge Dağı Yayınevi’nden arıyorum. İsmim Serkan.”
“Buyurun Serkan Bey”
“Efendim, yayınevimizin düzenlemiş olduğu yarışmanın ilk kısmını geçtiniz. On dört kişilik aday arasına katıldınız.”
Sevinçten havaya uçacaktım. Heyecanımdan nefesimi kontrol ettim mi, bilmiyorum ama soluk soluğa:
“Çok teşekkür ederim Serkan Bey. Bundan sonra nasıl ilerleyecek süreç acaba?”
“Şimdi biliyorsunuz salgından dolayı karantinada tüm ülke. O nedenle uzaktan online bir görüşme olacak. Orada belirlenen kriterlere göre üç adayımız Suphi Bey’le görüşecek. Zaten öykü yarışmasını kazanan da bu üç kişiden birisi olacak.”
Canlı görüşme gün ve saat bilgisini aldıktan sonra kendisine teşekkür ettim tekrar. Heyecanlanmıştım.
Bu arada, Kerim Abi’nin yarın ilk duruşması var. Bir insanı, şirret birinin iftirası ile karaktersiz, ahlaksız bir insanın da şahitliği sonrasında içeride tutuyorlar. Gencecik karısı ve iki çocuğu kim bilir şimdi ne yapıyorlar? En çok çevrenin iğneleyici, şüpheci bakışlarından rahatsız oluyordur Esra Hanım şimdi. Yarın onları yalnız bırakmamam lazım. Duruşmaya gitmeliyim.
Sabah erkenden izleyici kısmında yerimi aldım. Esra Hanım babası ile birlikte yakınıma oturdu. Kerim Abi’yi jandarmalar eşliğinde sanık kısmında oturttular. Kerim Abi şöyle bir arkaya döner gibi yaptı. Yaşadıkları yüzünde öylesine derin izler bırakmıştı ki, gülümsemesi bile içimizi acıtmıştı.
Hakim, duruşmada sorularını sormaya başladığında titrek bir sesle başladı. Maddi yetersizlikten avukat tutamamışlardı. Esra Hanım’ın babası bunun için kaynak bulmaya çalışıyordu. Ama ilk duruşmaya yetiştirememişti. Aslında avukatlık bir durumu da yoktu ama hukuki süreçlerde sıkıntı yaşamak da istemiyorlardı.
Kerim Abi ilk savunmasında:
“Sayın hakim bey! Ben burada hiçbir maddi delil olmadan bulunuyorum. Sadece bana nedenini bilemediğim bir kişinin iftirası ve bir tane de psikolojisinin bozuk olduğunu düşündüğüm yalancı şahidin beyanı ile buradayım…”
şeklinde giriş yaptı. Devam eden savunması ile bizde ümitlendik. Bırakılacağını düşündük. Ama sonuç istediğimiz gibi olmadı. Esra Hanım ve çocukları kavuşamadılar Kerim Abi’ye. Bir taraftan o hüzünlü bir taraftan da biz hüzünlü ve buruk ayrıldık adliyeden. Ne zor birbiri için atan kalplerin, ayrı yerlerde, birbirlerini görmeden atması. Bende Tarık ile uzak yerlerdeyim ama istediğimiz zaman telefonla görüşebiliyor, bazen de geldiğinde bir kafede buluşabiliyoruz.
Burada avukat tutulması için ben de maddi destekte bulunmak isterdim. Özellikle şu başvurduğum öykü yarışmasını kazanıp editörlük görevine de başlarsam sanırım bu destekte bulunabilirim.
Duruşma sonrası İstanbul trafiğinden ancak evime akşam saatlerine doğru döndüm. Akşam yemeğinden sonra telefonumdan e-postalarımı kontrol ettim. Yayınevinden e-posta gelmişti. Heyecanla okumaya başladım.
“Sayın Burcu Hanım! Yayınevimizin lüzum görülen değerlendirmeleri neticesinde başvurunuz reddedilmiştir. Öykü yarışmamıza gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkür ederiz.”
Birkaç gündür şok edici haberleri üst üste almaya başladım. Bünyem bunu daha ne kadar kaldıracak bilemiyorum. Neden reddettiler? Beni ilk on dört kişi içine almışlardı. İçim içimi yiyordu. Bazı insanlar depresyonlu, sıkıntılı zamanlarında çok uyur. Bu bende ters etki yapıyor. O gece hep tavana baktım. Tavan üstüme üstüme geliyor gibi daraldım. Gecenin sessizliğini sabah ezanı bozdu. O ses ile gözlerim artık dayanamadı, usulca kapandı.
Uyandığımda zihnimde neden reddedildiğime dair sorular uçuşuyordu yine. Normalde sakin, uslu bir insan olmama rağmen bu olaylar beni daha çok agresif yapmaya başlamıştı. Çünkü hayatımda hep şunu gördüm; nasıl ki bir binanın camlarının çoğu kırıksa, insanlar diğer camları da kırarlar. Tanıdığım veya tanımadığım insanlar da kırgınlıklarımı, kırıklıklarımı gördükçe beni kırmaktan çekinmediler. Kırılmamış pencerem kalmadı sanırım artık. Çok soğuk. Üşüyorum…
Gücümü toparlamaya çalıştım. Aldım elime telefonu, yayınevini aradım. Kendime muhatap aradım. Bir yetkiliyi bağladılar. Yetkili bu konuda kesin bir bilgiye sahip olmadığını söyledi. Bana dönüş yapacaklarını söyleyip kapattılar. Bunun bir oyalamaca olduğu konusunda pek bir şüphem yoktu. Bana nedenini söylemek zorundalar. Öykümü beğenmedilerse neden ilk on dörde aldılar o zaman? Beğendilerse neden sonra reddettiler?
İki gün bekledim yine cevap yok. Teyzemin kızı Ayşe ile bu konuyu konuşurken emin olmamakla birlikte, ret olayının, benim marketten kovulma olayımla alakalı olabileceğini söyledi. Doğrusu ufak da olsa, benim de böyle bir şüphem vardı.
Madem yayınevi bana gerekli bilgiyi vermiyor, direkt olarak Suphi Başdemir’i aramaya karar verdim. Aradığımda sekreteri telefonu ona bağladı. Nazik bir üslupla bana ne istediğimi sordu. Ona durumu anlattım. Kendisi biraz beklememi rica etti. Sonra telefon ile birkaç yerle görüştü.
“Kızım, anladığım kadarı ile bir yanlış anlama olmuş. Senin öykünü tekrar değerlendirmeye alıyoruz.”
Suphi Başdemir gibi büyük bir yazarın bana ‘kızım’ demesi bende sıcacık bir sahiplenme duygusu oluşturdu. Onun bu kadar babacan davranması neredeyse, bu kadar negatif bir olayı bile unutturdu. Neden sonra öğrendim ki; marketler zincirinin sahibi, yayınevinin sahibi ile görüşüp benim yüz kızartıcı bir olaydan dolayı işten atıldığımı söyleyip baskı yapmış. Niye benim gibi basit bir kasiyerden korkarlar ki. Zalimce davrananlar iyi niyetle başlanan her bir kıpırdanıştan korkarlar çünkü. Sanırım ödül alma durumunda, hikayem anlatılırsa kendileri hakkında negatif bir algı olmasından korktular. Ama iyi ki, Suphi Bey gibi insanların sayesinde nefes alabiliyoruz.
On dört kişinin online görüşmesinin zamanı yaklaşmıştı. Bu ön mülakatta neler sorulabileceğine dair kafamda hiçbir senaryo, hiçbir fikir yoktu.
Neticede bilgisayarımızla online görüşmeye katıldık. On dört adayın hepsi, Suphi Bey ve üç tane editör yardımcısı, toplam on yedi kişiydik. Herkes kendisi hakkında bilgi verdi. Sonra öyküsünü anlattı. Ben kendi öykümü anlattığımda, öykü için kullandığım mottoyu söylediğimde Suphi Bey’in çok hoşuna gitti. “Hayat bir handır. O da bu andır.” Son kez benim motto ile ön mülakat bitti. Yarın aranacağımız söylendi.
Ertesi gün heyecanla sürekli telefonuma bakıyordum. Toprağın suyu, hastanın sabahı beklemesi gibi bekledim. Saat dört sularıydı. Artık aramayacaklar dediğim anda, çalan telefonla bir anda havaya uçup, koşup anneme sarıldığımı hatırlıyorum sadece. Kazanmıştım. Birinci olmuştum.
Ödülü aldıktan sonra ilk işim bir avukat tutup, Kerim Abi’nin işini çözmek artık. Hemen araştırma ve tavsiye ile Avukat Celal Bey’i buldum. Esra Hanım’a haber verdim. Heyecanım, Esra Hanım’ı da ümitlendirdi.
Avukat göreve çok hızlı başladı. Özellikle Nalan ve şeytani sevgilisi Ayaz üzerine odaklandı. Bazı avukatlar gerçekten dedektif gibi çalışıyorlar. İşin en ilginç tarafı, Ayaz’ın bir psikoloğa gittiğini öğrendi. Ayaz’ın kritik bir OKB hastası olduğunu ve belli şizofrenik belirtiler gösterdiğini tespit etti. Özellikle mor renklere ve kedilere karşı aşırı obsesif olduğunu buldu.
Celal Bey, Kerim Abi’nin başına gelenleri Ayaz’ın gittiği psikolog hanıma anlatmış. Psikolog, Ayaz’ın itirafını anlatmak zorunda kalmış. Hipnoterapi esnasında Ayaz, psikoloğuna Kerim Abi’ye yaptıklarını söylemiş. Demek ki her kötünün içinde, bir beyaz nokta küçükte olsa bulunabiliyor. Artık bu noktadan sonra; danışan, danışılan mahremiyetinin es geçilmesi gerektiğini, çünkü hukuki bir sorun olduğunu söylemiş Celal Bey.
Yalnız, bildiklerini mahkemeye anlatma konusunda çekimser olunca, Celal Bey ile ben iki kişi olarak tekrar psikoloğun ofisine gittik. Kendisine, eğer bildiklerini mahkemede anlatmaz ise, vicdanının onu sürekli rahatsız edeceğini söyledim. Sonra Kerim Abi’nin iki çocuğunun resimlerini gösterdim.
“Bakın hanımefendi. Eğer siz mahkemede ifade vermez iseniz, Kerim Abi bu çocukların yüzüne hapisten çıksa bile mahcup bakacak belki. Ama siz de kendi çocuklarınızın yüzüne hep mahcup bakacaksınız. Buna hakkınız yok…”
Biraz sesimin şiddeti artmıştı. Psikolog sanki lal kesildi. Hiçbir cevap vermedi. Bizde oradan çıktık.
İki gün sonra, ikinci duruşma için salonda yerimizi aldık. Biraz ürkek, biraz heyecanlı mahkeme heyetini bekliyoruz. Beklemediğimiz şekilde psikolog geldi. Biz, Kerim Abi’ye, Ayaz’ın durumundan bahsetmedik. Eğer neticelendiremezsek boşuna ümitlenmesin diye. Elimle, ‘bu iş tamamdır’ anlamına gelen işareti yaptım. Kerim Abi’ye her şeyin yolunda olduğunu hissettirdim. O da benden hiç öyle el işareti beklemiyordu sanırım. Bu sefer yüzünde, bu olayların yaşattığı acımasız izlerin kaybolduğunu gördüm. Bu sefer gülümsemesi içimizi acıtmıyordu.
Duruşma sonrasının ertesi günü. Kerim Abi, Esra Hanım ve ben mor elbiselerimizi giydik. Hem de en koyusundan. İftiraları neticesinde tutuksuz yargılanan Ayaz’ı ve Nalan’ı, markette bulacağımızı da düşünerek alışveriş için markete gittik. Tahminimizde yanılmadık. Oradaydılar. Mor kıyafetler içinde bizi gören Ayaz’ın yüzü renkten renge girdi. Köpek gibi hırlayarak yanımızdan geçişini bir görseniz! Geride Nalan’ın yine nadanca bakışları kaldı. Ama o bakışlar artık bana acı vermiyordu. Eminim artık sahibine acı veriyor.
Her acı, kendisinden daha büyük bir anlamı ortaya çıkardığında acı olmaktan çıkıyor. Yaşam en acınası durumda bile bir anlam taşıyor sanki.
25.04.2020
NACİ BEY’İN GÜNLERİ
Her sabahki gibi bir sabah daha. 6.30’da çalar telefonumun alarmı. Sütlü her zamanki gibi ayak ucumdadır. Leyla ise camın önünde. Yatakta beş on dakika oyalandıktan sonra kalkarım. Rahatıma düşkünümdür, aceleyi sevmem. Devamı…
MARİA
Öykü
-Hatunlar, namaz vakti hatunlar!
-…. Allah-u Ekber Allah-u Ekber La İlahe İllallah…
-Hayırlı sabahlar hatunlar namaz vaktidir oyalanmayın!
Maria uykulu gözlerle etrafına baktı, sabah hengâmesi başlamıştı. Uykusu gece boyunca kabuslarla bölünmüştü. Kaç gün olmuştu şöyle doyasıya bir uyku uyumayalı, kaç hafta, kaç ay? Devamı…
LİMON ÇİÇEĞİ Elif Bademci Uyandığında gördüğü manzaraya hala alışamamıştı. Yirmi beşinci kattaki bu evde tavandan yere kadar olan camlardan görünen manzara, gökyüzünde yaşıyormuş hissi uyandırıyordu. Bu sonsuz mavilik, mutluluk yerine kocaman bir tedirginlik uyandırıyordu içinde. “Toprak görmeden nasıl yaşanır yahu?” diye söylendi yine gözünü açınca. …
HOŞGÖR MEYHANESİ
Selma Yılmaz
Çamurlu ayakkabısının altından damlayan soğuk sular mezarın hemen bitimindeki yabani çiçeği ıslatıyordu. Yapraklarına çiy düşmüş çiçeğin gövdesi su damlacıklarıyla biraz daha yamuldu. Mezarın hemen bitiminde mevtayı avutur gibi öylece usulcacık bitivermişti. Mezarın parlak beyaz mermerinin üzerindeki isim de ona bakıp tebessüm ediyordu: Eleni. Uzun, ince, kusursuz bir elin parmakları o sırada harflerin üzerinde okşar gibi dolaşmaya başladı. Her harf çıkıntısında geçmişin izini aramaya çalışıyor gibiydi. Eli mezar taşından toprağa doğru usulca kaydı. Dokunmaktan korkar gibi… Toprağı avucunun içinde sıkmaya çalıştı. Sanki biraz daha girse derine eli babannesinin elini tutacaktı Nikolas. Gözünden düşmeye meyillenen gözyaşını son anda tutmak ister gibi elini topraktan çıkardı. Tozlu parmaklarıyla gözlerini ovuşturdu. Şimdi kalbi gibi gözleri de yanıyordu. Bir adımını geriye doğru atarak mezar taşına tekrar baktı. Belki de inanmak istemiyordu. Daha bundan üç gün önce evlerinin yeşile nazır bahçesinde karşılıklı oturmuş papaz eriklerini tuza batırıp kütür kütür yiyorlardı. Papaz eriğini tutan ve ipeği andıran narin parmakları şimdi toprağın altında külçe kadar sert ve hissizdi. Düşününce artık papaz eriği yiyemeyeceğine karar verdi. Yanan gözleri yavaşça yere doğru indi. Yaban çiçeğiyle göz göze geldiler. Önce tereddüt eder gibi oldu. Sonra yavaşça dizlerinin üzerine çökerek çiçeği dibinden kopardı ve nemlenmiş toprağın üzerine bıraktı. Eleni de yaban çiçeklerini çok severdi. Ne zaman Eleni’nin morali bir şeye bozulsa Nikolas bahçelerindeki yaban çiçeklerini toplar, bir çay bardağının içine gelişigüzel koyar, babannesinin önüne bırakırdı. Babannesi iki eliyle torununun yuvarlak çehresini avuçlarının içine alır, yanaklarından doyasıya öperdi. Şimdi yaban çiçeği torunu yerine Eleni’nin yanaklarından doyasıya öpüyordu. Nikolas da yabani çiçeği gibi elini dudağına götürerek son defa mezar taşına bir öpücük kondurdu. Ayaklarının üzerinde doğruldu. Yanında duran deri valizini öbür eline aldı. İstemeyerek de olsa adımlarını mezarın çıkışına yöneltti. Mezarın devasa kapısından geçerken yağmur daha çok hızlanmaya başladı. Şimdi nereye gideceğini ve ne yapacağını bilemiyordu. Aceleyle tıkıştırdığı birkaç parça eşyasından başka bir şeyi kalmamıştı artık şu hayatta. Son varlığını da o kapının gerisinde bırakmıştı. Sarsak adımlarla mezarın karşısındaki yola çıkarak yürümeye başladı.
Yağmur daha çok hızlanmış, damlalar Nikolas’ın kasketinden aşağı şıpır şıpır damlıyordu. Eliyle kasketini düzelterek gözlerinin ıslanmasını engellemeye çalıştı. Ama her halükarda üstündeki ince ceket de kasket de sırılsıklam olmuştu. Gökyüzüne doğru baktığında hava neredeyse kararmak üzereydi. Yolun kenarına yavru bir köpek gibi iyice pısarak ceketinin yakalarını kaldırdı. Etraftaki insanlar ne kadar da dertsizdi. Kimi işinden evine dönüyordu. İçinde sıcacık yemeklerin piştiği, kuzineden dumanların çıktığı, loş ışıklı ve huzur dolu evler. Şimdi evinde olsaydı Nikolas pencerenin önüne iki sandalye çeker, babannesini oturtur, üstüne de yün şal verdi mi babannesinin keyfine diyecek olmazdı. Bir yandan şakır şakır yağan yağmuru izlerler bir yandan da sobanın üstünde çıtırdayan kestaneleri alıp üfleyerek bir yudumda mideye indirirlerdi. Şimdi bu yağmurun altında o günler belli belirsiz bir gölge gibi göz kırpıyordu. Belli belirsiz zihninin köşesinde kıvrılıp yatan bir anı yumağında takılı kalmıştı. Birbirine dolanan ve durduğu yerde tozlanmaya mahkum kalan bir anı yumağı… Ellerini birbirine sürterek soğuk havayı biraz olsun uzaklaştırmaya çalıştı. Gelen geçen arabaların estirdiği rüzgar ince pantolonunun paçalarından içeri giriyor, vücudunun daha çok titremesine neden oluyordu. Elindeki çantayı açıp kalın bir şeyler bakmaya çalıştı ama çantada birkaç parça ince esvaptan başka bir şey yoktu. Bir de babaannesiyle çekilmiş kenarı yırtık bir fotoğraf hüzünle ona bakıyordu. Ceketinin düğmelerini yukarı kadar ilikleyerek iyice sarındı. Yağmura inat adımlarını hızlandırmıştı ki karşıdan kendine doğru gelmekte olan iki zabiti gördü. Ne yapacağını birden bilemeyerek önce etrafına bakındı. Bir an kaçmayı düşündü ama kaçarsa daha çok dikkat çekerdi. Çelimsiz vücuduyla tezatlık oluşturacak şekilde adımlarını yere sağlam basmaya çalıştı ve önce sağ adımını ileriye doğru attı. Sonra sol adımını. Zabitler giderek yaklaşıyorlardı. Elini cebine sokarak titreyen elini göstermemeye çalıştı. Zabitlerin attığı her adımda yüreğinde kara bir delik şiştikçe şişiyor, nefes almasını engelliyordu. Kasketini kaşlarına kadar indirerek yanlarına doğru birkaç adım daha attı. Sonra birkaç adım daha. Zabitler temkinli adımlarla yanından geçerken şöyle bir Nikolas’a bakıp göz süzdüler. Nikolas o sırada soluğunu tutmuş, gidip ile gitmemek arasında kararsız kalmıştı. En sonunda zabitler konuşarak yanından geçince derin bir ‘Oh!’ çekerek adımlarını hızlandırdı.
O, meydana inene kadar hava iyice kararmış, ortalığa tuhaf bir sessizlik çökmüştü. Yağmur artık dinmiş, etrafta sokak köpeklerinin ulumasından başka ses kalmamıştı. Nikolas bu sessizlikten ilk defa korktuğunu fark etti. Bu sessizlikte bir şeyler vardı. Yalnızlık gibi insanın içine sinsice yayılan bir şey. Doğru, yalnızdı. Artık bu koca kainatta bir toz zerresi kadar yalnızdı. Ne çalacak bir kapısı ne de karşılıklı sıcak bir tas çorba içecek bir yakını vardı artık. Sadece tek tanıdığı eski mahallesinden Nuri kalmıştı ama onun yanına da gidemezdi. Askerler yakalayıp hüviyetine bakarlarsa sınır dışı edilirdi anında. Ne olursa olsun bu doğduğu topraklardan ayrılmak istemiyordu. Annesi, babası şimdi de babaannesi bu topraklarda yatıyordu. Bilmediği bir ülkede bilmediği bir kaderi yaşamak istemiyordu.
Köpek ulumalarını dinleyerek kendine geceyi geçirecek uygun bir yer aramaya başladı. Ara sokaklardan birine dalarak öylece yürümeye devam etti. Ta ki izbe bir binayı görene kadar. Bu gece en azından kuru bir yerde uyumak istiyordu. İzbe binanın kapısına gelince içeri girip girmemekte ilk başta tereddüt etti. Eliyle ahşap kapıyı yavaşça ittirip hayalet gibi içeri süzüldü. Elindeki çantayı tozlanmış zemine bırakarak birkaç adım attı. Burnuna garip bir koku geliyordu. Yaşanmışlığın kokusu… Sıvası dökülmüş duvarları parmaklarıyla gezerek bulduğu ilk kapıdan kafasını içeriye doğru usulca uzattı. Duvarlar yıllanmışlıkların etkisiyle boyunlarını bükmüşler, soğuk ve ıslak parkelere bakıyorlardı. Köşede muhtemelen yıllardır kullanılmamış ve pirelenmiş bir şilte, yanında ayağı kırık zigon sehpa ve hemen sağında ise tuğlaları dökülmüş bir şömine göze çarpıyordu. Şu anda Nikolas için en işe yarayan şey kirlenmiş şilteydi. Ev muhtemelen yıllar önce terkedilmişti. Belki de terk edilmek zorunda kalınmıştı. Tıpkı Nikolas’ın bahçesinde yediveren güllerinin açtığı, her yandan çiçeklerin patladığı mis kokulu evi gibi. Hatırlayınca burnunun direğinin sızladığını hissetti. O eve artık geri dönemeyecek olmak ne kadar zoruna gidiyordu. Odanın ortasına doğru yürüdükçe parkeler gıcırdamaya başladı. Adeta Nikolas’a “hoş geldin” diyorlardı. Nikolas şilteye uzanmadan önce üzerindeki ıslak ceketi ve pantolonu çıkararak sehpanın üzerine koydu. Sabaha kadar kuruması için Tanrı’ya dua etti. Şiltenin ucundan tutarak önce bir silkeledi daha sonra kenarından açtı. Şilteden çıkan toz yıllardır buraya gelinmediğinin en bariz kanıtıydı. Çantasını şiltenin ucuna koyarak kendine yastık yaptı ve çantanın içinden çıkardığı ince kazağı üstüne yorgan niyetine örttü. Huzursuz bir şekilde uykuya dalmaya çalıştı. Gözlerini yumdukça babaannesinin pamuk ellerini ve papaz eriklerini tuza batırışını görüyordu. Sağa sola döndükten sonra tahayyül ederek uykuya daldı.
Sabah güneşi kırık pervazdan içeri rüzgarın sesiyle birlikte harmanlanarak giriyor, Nikolas’ın kulağında garip bir tını bırakıyordu. Gıcırdayan parkeler de bu tınıya eşlik ediyordu. Nikolas birden titreme hissetti ve gözlerini araladı. İlk başta nerede olduğunu anlayamadı. Birkaç dakika geçince ve etrafa bakınca nerede olduğunu anlayabildi. Elini alnına götürerek alnını ovuşturdu. Oysaki yaşadığı son birkaç günü düşten saymıştı. Ne yazık ki gerçekler karabasan gibi gözünü açtığı anda zihnine hücum etmişti. Yerinde doğrularak şiltenin ucuna kaydı. Ne yapacağını hala bilmiyordu. O sırada midesinin guruldamasıyla yerinde kıpırdadı. Dünden beri ağzına tek lokma bir şey sokmadığını fark etti. İlk olarak ne yapacağını bulmuştu. Sehpanın üzerine serdiği ceketi ve pantolonu alarak giydi. Geceden beri rüzgarın da etkisiyle biraz da olsa kurumuşlardı. Kasketini de başına takıp iyice gözüne kadar indirdi. İzbe binanın kapısından ruh gibi süzülerek arnavut kaldırımlı yokuştan aşağı doğru inmeye başladı. Her adımında midesinin haykırışları daha çok yükseliyordu. Zabitlere yakalanmamak için her adımını ihtiyatla atıyordu. Köşedeki taş binayı dönünce halk pazarına geldiğini fark etti. O an başka bir şey istese olacaktı. Sevinçten çantasını daha sıkı kavrayarak adımlarını sıklaştırdı ve yiyecek bir şeyler bulabilmek için tezgahların dibinden yürümeye başladı. Tezgahın birinin önünden geçerken iki adam sabahın körü demeden yüksek sesle konuşuyorlardı. İstemeden de olsa kulak misafiri oldu. Şişman olan nefesinden tıkanır gibi kahkaha atarak konuşmasına devam etti. Gülerken gözleri balon balığı gibi şişiyordu.
-Duydun mu Nevzat? Mübadele başlamış.
-Duymam mı, dün bizim mahalleden Milolar da topladı tası tarağı yola koyuldular .
-Doğru oldu mu ki böyle yerlerinden, yurtlarından oldular. Kaç senedir komşu bildiğimiz insanlar gitti ellere.
-Orası öyle de emir demiri keser. Emir büyük yerden. Lozan’da ayrıca belirtildiyse vardır Kemal Paşa’nın bir bildiği.
Nikolas duyduğu sözlerle yerine çivi gibi mıhlandı. Demek göç emri buralara kadar gelmişti. Kendi evi de buraya çok uzak değildi. Hemen oradan gitmek isterken bir söz onu durdurdu. Şişman adam göbeğini hoplatarak konuşmaya devam etti.
-Nevzat götürecek misin malları akşam adaya?
-Güneş ufkun ardında sökün etmeden götürürüm Allah’ın izniyle.
Nikolas kasketini yamultarak bir şişman adama bir karşısındaki pos bıyıklı adama baktı. Nereye gideceğini bulmuştu. Büyükada’ya. Gidiş bileti de karşısında duruyordu. Adamlara çaktırmadan tezgahın önünden geçerek pos bıyıklı adamın tezgahını görecek bir yere saklanmalıydı. Midesinin guruldamasına aldırmadı. Kendine ileride boş bir evin verandasını kestirdi ve oraya seğirtti. Pos bıyıklı adamı gözünün önünden kaçırmaması gerekiyordu. Gelen geçen ve evine erzak götüren dertsiz, tasasız insanları izledi. İnsanlar geliyor, geçiyor, ellerindeki fileleri sebze, meyveyle doldurup evlerinin yolunu tutuyorlardı. İnsanları izledi, kasketini düzeltti, tütün yakıp dumanını havaya savurdu. Gözleriyle pos bıyıklı adamı izledi. En sonunda adam tezgahının başından ayrılarak arka tarafa doğru yürümeye başladı. Nikolas da elindeki tütünü yere atıp ayakkabısının burnuyla bir güzel ezdi. Yerinde doğrularak hızlı adımlarla adamın peşine takıldı. Adam eline aldığı küfeyle sokakların arasına daldı, Nikolas da peşinden. Önlü-arkalı baya yürüdüler. En sonunda adam liman kısmına inince küfesini sırtından indirip denize baktı. Elleriyle gözünü siper ederek etrafa bakındı. Sonra geminin birine doğru yürümeye başladı. Nikolas da hemen ardından temkinli adımlarla onu izliyordu. Geminin girişine gelince çantasını elinde daha sıkı kavradı. Geminin etrafına bakınınca kimsenin olmadığını fark ederek hemen pos bıyıklının ardından gemiye bindi. Hiç bu kadar kolay olacağını tahmin etmemişti.
Pos bıyıklı adam güverteye çıkıp gözden kayboldu. Nikolas da merdivenlerden çıkarak küpeştelerin birinin altına sığındı. Yanında envai çeşit sebze ve meyve kasası vardı. Üstünü de balık ağlarıyla örterek kendini sakladı. Artık tek çare geminin hareket etmesini beklemekti.
Çok geçmedi geminin pervaneleri büyük bir gürültüyle çalıştı. Nikolas balık ağlarının altından kafasını çıkararak bir kadının boynu gibi bembeyaz köpüren dalgalara baktı. Artık gidiyordu. Kafasını tekrar içeri sokarken yanındaki meyve kasasından sulu, kırmızı bir elma aldı ve kocaman ısırdı. Sular dudaklarının kenarından akarken içi tarifsiz bir mutlukla doldu. Martı çığlıkları da içindeki sevinç nidalarına eşlik ediyordu.
Deniz dalgalarının sesiyle içi biraz geçer gibi olmuştu. Gözlerini açtığında hava iyice kararmış, ortalığa ruhani bir sis çökmüştü. Balık ağlarını üstünden yavaşça sıyırdı ve etrafı dinledi. Motor sesi gelmiyordu. Etrafa göz gezdirdikten sonra çantasını alarak kimseye yakalanmadan kendini gemiden dışarı attı. Adanın tuzlu deniz kokusunu içine çekti. Limana inince ilk iş nereye gideceğini biliyordu. Çocukken babaannesiyle adaya gelir önce Naki Plajı’na giderlerdi. Bir güzel yüzdükten sonra Aziz Dimitrios Kilisesi’ne tırmanır dualarını edip mum dikerlerdi. Babaannesi çocukken onu hem bir Müslüman hem de bir Hristiyan olarak yetiştirmişti. Camiye de gidiyordu kiliseye de. Mahalledeki arkadaşlarıyla cuma namazını da kaçırmazdı kilisedeki ayinleri de.
Saat kulesinin oraya tırmanarak sağa doğru dönüp hızlıca yürümeye başladı. Yokuşu çıktıkça tık nefes olmaya başladı ama yürümeye devam etti. Uzaktan Aziz Dimitrios Kilisesi bütün ihtişamıyla gözüküyordu. Son adımlarını da atarak kilisenin kapısına geldi ve içeri girdi. Bahçesinde kimsecikler yoktu. Kasketini eline alarak devasa oymalı kapıdan girdi. Önce kendine bir mum aldı ve istavroz çıkararak mumu yakıp dua etmeye başladı. Hz. İsa’nın resminin önüne gelerek ellerini birbirine kenetledi ve Tanrı’dan yardım diledi. Kiliseden çıkınca ortalığa iyice sis çökmüştü. Neredeyse göz gözü görmüyordu. Demir kapıyı açıp rastgele bir yokuştan aşağı inmeye başladı. Ayaklarının tıkırtısı gecenin sessizliğine karışıyordu. Etraf kapkaranlıktı. Yokuşun sonuna geldiğinde ileride ufak, cılız bir ışık fark etti. Titreşen ışık gözbebeklerinde ateşböceği gibi parıldayıp sönüyordu. Işığa doğru yaklaştığında buranın bir meyhane olduğunu fark etti. Kapısı da açık duruyordu. Kapıdan içeri yavaşça başını uzattı. Radyodan gelen hafif cızırtılı müzik insanın içine tatlı bir his yayıyordu. İçeride kimse yoktu. Kapıdan girdi. Ceviz masaların arasından yürümeye başladı. Sağ tarafta bir sürü fotoğraf asılıydı. Yerinde durup fotoğraflara bakma ihtiyacı hissetti. Bir fotoğrafta iki adam kol kola girmiş kadraja gülümsüyorlardı. Yanında bir çocuk elinde futbol topunu tutmuş yamuk dişleriyle gülümsüyordu. Kasanın hemen üzerinde ise pos bıyıklı, cüsseli bir adam sert bir şekilde bakıyordu. Nikolas kasanın önüne yaklaşarak alttaki dolapta bulunan mezelere baktı. Haydari, babagannuş, zeytinyağlı fava, deniz börülcesi ve daha niceleri… Hepsi beyaz kayık tabaklara özenle dizilmişti. Nikolas’ın o anda yine midesi guruldadı. Koca günü bir elmayla geçirmişti. Mezeleri ağzının suyu akarak izlerken arka tarafın boncuklu kapısı açıldı ve kırmızı saçlı bir kadın elinde maydanoz tabağıyla içeri girdi. Saçları koyu kırmızıydı ve omuzlarının iki yanına nizami bir şekilde dökülmüştü. Gözleri kocaman birer zeytini andırıyordu. Tabağı iki elinde sıkıca kavrayarak yerinde durdu ve gülümsedi. Gülünce zeytinler görünmez oluyordu.
-Kusura bakmayın kapattık.
Nikolas ne diyeceğini bilemedi.
-Ben, şey…
Sözünü nasıl tamamlayacağını, ne diyeceğini bilemiyordu. Sağ elinin işaret parmağıyla ceketinden sökülen bir iplik parçasını çekiştirmeye başladı. Kadın elindeki maydanoz tabağını tezgaha bırakıp içeri doğru seslendi.
-Asım, gel, müşteri geldi.
Nikolas’a gülümseyerek elini önlüğe sildi ve maydanozları yıkamak için tezgahın arkasına geçti. O sırada boncuklu kapı şıngırdayarak açıldı ve ellilerinde olduğu tahmin edilen, kır saçlı, güleç yüzlü bir adam içeriye girdi. O da elinde bir rakı şişesi ve iki kadeh tutuyordu. Bir Menkıbe Hanım’a bir de Nikolas’a baktı. Gözlerinin kenarındaki kaz ayakları güldükçe ortaya çıkıyor, daha çok belirginleşiyordu.
-Buyur, genç adam.
Eliyle samimi bir şekilde ahşap sandalyeyi işaret ediyordu.
-Buyur kapatmıştık ama bir kadeh içebilirsin bizimle istersen.
Elindeki iki kadehi havaya kaldırdı Asım. Nikolas ellerini cebine sokarak ters çevirdi. Söylemeye utanıyordu, sadece Asım’ a bakmakla yetindi.
-Benim param yok ama.
Asım yavaşça yaklaşarak Nikolas’ın omzuna elini babacan tavırla koydu.
-Olsun evlat, gel otur. Bakarız hal çaresine.
Nikolas Asım’ın gösterdiği sandalyeye çekinerek oturdu. Elindeki çantayı masanın hemen dibine bıraktı. Başındaki kasketi de masanın kenarına denk gelecek şekilde koydu. Asım tezgahın arkasına geçmiş kadehlere rakıyı dolduruyordu. Yıllanmış kadehler rakının süt beyazlığıyla kavuşunca hareket oluşturuyor, gecenin karanlığında sükut-u hayale dönüyordu. Asım iki kadehi eline alarak birbirine yavaşça tokuşturdu.
-İşte genç adam bizim de keyfimiz şu aslan sütüdür. Demleniriz inceden bu saatlerde karımla. Bu arada kendimi tanıtmayı unuttum. Ben Asım ama adada bana “Katip Baba” derler. Sen de istersen bana böyle hitap edebilirsin. Bu da biricik yol arkadaşım Menkıbe Hanım.
Eliyle önce eşini sonra da yıllanmış ahşap duvarları gösterdi.
-Burası da bizim emektar ekmek teknemiz. Diğer yol arkadaşımız Hoşgör Meyhanesi. Yirmi yıldır bu üç katlı ahşap binada yuvarlanıp gideriz. Bu duvarların dili olsa da neler yaşadık anlatsa. Ah genç adam ah… Ee, anlat bakalım, sen nereden gelir nereye gidersin?
Nikolas başına neler geldiğini anlatmak ile anlatmamak arasında mütereddit kaldı. Asım’ın önüne koyduğu kadehten küçük yudum alarak boğazını ıslattı. Asım’ın yüzünde babacan bir tavır gördü. Kısılan gözleri içten bir duyguya insanı davet ediyordu. Eliyle soğuk kadehi kavrayarak gözlerini duvardaki adam ve çocuğa dikti. Kadehten yudumlar aldıkça içine bir ılıklık yayılıyor, göğüs kafesini ısıtıyordu. Sesi tarazlanmaya başladı.
-Benim adım Nikolas. Yirmi yıldır Beyoğlu’nda kalıyordum babaannemle. Annemi ve babamı hiç tanımadım. Aile olarak tek bildiğim kişi babaannem Eleni.
Sesi titremeye başlamıştı. Gözünden akmaya yeltenen iki damlayı ince ceketinin yamalı koluyla sildirdi sözlerine devam ederken.
-Onu da üç gün önce kaybettim. Şimdi mübadele başladı. Beni de diğer insanlar gibi ülkemden koparmaya çalışıyorlar ama ben gitmek istemiyorum. Bu vatan benim doğduğum yerdir. Annem, babam şimdi de babannem hepsi bu topraklarda öldüler, gömüldüler. Ben de bu topraklarda yaşayıp ölmek istiyorum.
Dışarıda tekrardan başlayan yağmur meyhanenin camlarını dövüyordu. Yağmurun sesine inceden Nikolas’ın hıçkırıkları da eklendi. Nikolas kaç günden beri ilk defa bir insanla bu kadar rahat konuşuyor, derdini döküyordu. Yağmurun sesini birkaç dakika dinleyip başını kaldırdı. Asım’ın ona mütebessim ettiğini gördü. Asım elindeki kadehi masaya bırakarak eliyle Nikolas’ın üç numara traşlı saçını sıvazladı.
-Üzülme evlat. Bitir yudumunu ve bu aksamı geçirelim bakarız bir hal çaresine. Gece geç vakit oldu haydi. Gel sana üst katta bir döşek atalım. Belli ki gidecek yerin yok. Bu geceyi atlatalım yarın salim kafayla konuşuruz. Hadi bakalım.
Nikolas kasketini başına takarak ayağa kalktı. Bir ara Asım’ın elini öpmeye yeltendi ama Asım onu durdurdu. Menkıbe Hanım o sırada sadece onları izlemekle yetiniyordu. Önden Asım ve Menkıbe Hanım lambaları söndürüp çıktılar peşisıra da Nikolas çıktı. Bir ara merdivenlerden çıkarken aklına bir şey takılı kalmış gibi durakladı. Bir eliyle de merdivenin trabzanını tutuyordu. Karanlıkta yüzü zar zor seçiliyordu.
-Peki neden size Katip Baba diyorlar adada?
Asım merdivenlerde elinde gaz lambasıyla dönerek tebessüm etti.
-Yarın uzun uzun anlatırım evlat söz. Bak bu odada döşek de var, yorgan da. Sağdaki ilk kapıda banyo var. Önce sıcak bir duş al ondan sonra da yat dinlen. Yarın ola, hayrola.
Nikolas tereddüt ederek içeri doğru geçince Asım da Menkıbe Hanım’la üst kata çıktı. Menkıbe Hanım geceden beri suskunlaşmış, tek kelime etmiyordu. Asım gaz lambasını şifonyerin üzerine koyarak üstünü değiştirdi. Yorganın kenarını kıvırarak yatağa kendini usulcacık bıraktı. Menkıbe Hanım da başına bigudileri sarıp yorganın içine yerleşti. Hâlâ konuşmuyordu. Asım başını çevirerek Menkıbe Hanım’ın ay ışığında parlayan çehresini incelemeye başladı. Yıllar Menkıbe Hanım’ı şarap gibi daha çok güzelleştiriyordu.
-Hayırdır Menkıbe Hanım sessizlik yemini etmiş gibisin, nedir bu suskunluğun Sürurum, Mah-ı Nigarı’m, anlat bana.
Menkıbe Hanım içini çekerek Asım’ a döndü.
-Asım Bey, oldu mu böyle? Tanımadığın bir insanı evimize aldın. Hırlı mıdır hırsız mıdır? Herkese babalık yapacağım diye evimize artık tanımadığımız insanı almak da nedir?
Sesi bir buz kütlesi kadar keskin ve ağırdı ki gaz lambasının loş ışığı bile titreşmeye başlamıştı. Asım yerinde huzursuzca kıpırdandı.
-Menkıbe’m görmedin mi çocuğun halini? Üstünde incecik ceket, bir deri bir kemik. Belli ki çok üşümüş. Bu havada onu incecik kıyafetlerle dışarı mı salayım. Ben babamdan böyle görmedim Menkıbe Hanım, yapamazdım. Haydi, şimdi yatalım. Yarın konuşuruz. Allah rahatlık versin.
O gece Hoşgör Meyhanesi’nde üç nefes uykuya daldı. İkisi çok huzurluydu. Menkıbe Hanım’ın ise gözüne uyku girmiyordu. Yağmur ince bir çiseltiye dönüşmüş, sokak taşlarını ıslatmaya devam ediyordu.
Nikolas’ın uyuduğu odadaki saatin çalmasıyla Nikolas yerinde gerinerek uyandı. Günlerden sonra ilk defa bu kadar huzurlu uyumuştu. Dün akşam aldığı sıcak duş vücuduna çok iyi gelmişti. Kollarını arkada bir halat gibi gererek yerinde doğruldu. Güneş ışıkları panjurun aralıklarından içeriye değip kaçıyordu. Ayağa kalkarak camın önüne yürüdü ve panjurları arkaya kadar açtı. Geceden kalma yağmurun kokusu pencerenin açılmasıyla odaya doldu. Nikolas bedenini dışarı sarkıtarak kokuyu iyice içine çekti. İçinde tarifsiz bir mutluluk hüküm sürüyordu. Panjurun kenarında yassı bir saksıya ekilmiş kuşkonmazın yapraklarını elinin tersiyle okşadı. Yaprağın pamuksu dokusu teninin üzerinde tül gibi kayıp gidiyordu. İçinin gıdıklandığını hissetti. Bu hissi sevmişti. Pencereleri açık bırakarak alt kata yöneldi. Asım Bey ve Menkıbe Hanım çoktan meyhaneye inmişler, günlük temizliğe başlamışlardı. Asım Bey tabloların tozunu alıyor, Menkıbe Hanım dışarı çıkıp örtüleri silkeliyordu. İçerisi buram buram lavanta kokuyordu. Nikolas kendini birden uçsuz bucaksız bir bahçede ahenkle yürüyor gibi hissetti. Bu hissi de sevmişti. Asım Nikolas’ın içeri girdiğini fark edince elindeki bezi bırakıp yanına gitti. Gözlerinin içi babacan tavrıyla nasıl da çakmak çakmak parlıyordu.
-Gel bakalım Nikolas.
Nikolas üstüne bol gelen Asım Bey’in pijamalarıyla çekinerek masanın yanına yaklaştı ve sandalyeyi çekerek oturdu. Pijamanın koluyla oynuyordu.
-Ben Adana’da beş yıl zabıt katipliği yaptım.
Nikolas anlamamış bir halde yüzüne bakınca Asım gülümsedi.
-Dün gece sormuştun ya bana neden “Katip Baba” dediklerini. Ben Adana’da beş yıl zabıt katipliği yaptım. Menkıbe Hanım’la da orada tanışıp evlendim. Babam vefat edince ben de mesleği bıraktım. Tası, tarağı toplayıp buraya geldim.
Bir yandan da nasırlaşmış eliyle kasanın üzerindeki pos bıyıklı adamın fotoğrafını işaret ediyordu.
-Bu, babam Müşfik Efendi. Çok kalender adamdı. Kader onu erken aldı aramızdan. Babam herkesin gönlünü hoş eder, kimsenin kalbini kırmazdı. Kimseyle alacağı, vereceği yoktu. Bu huyu da bana geçmiş. Ben de kimsenin kalbini kırmamaya çalışırım. O yüzden de adadaki herkesin yardımına koşarım. Onlar da beni severler. Allah bize evlat vermedi ama adadaki herkes benim evladım oldu. İşte bu yüzden bana “Katip Baba” derler.
Nikolas dinlediği hikayeyi çok beğenmişti. Fotoğrafa uzunca baktı. O sırada Menkıbe Hanım içeri girip Nikolas’ı şöyle bir süzdü. Nikolas da istenmediğinin farkındaydı. Üstünü değiştirip gitmeyi düşünüyordu. Asım’dan izin isteyerek yukarı çıkıp üstünü değiştirdi. Pijamaları da özenle katlayıp yatağın ucuna koydu. Günlerden sonra aile kavramını birazcık olsun dün gece hissetmişti ama her güzel şeyin bir sonu olduğu belliydi. Hem hayat da zaten gelip geçici mutluluklardan ibaret değil miydi? Hangi insan sonsuza kadar mutlu yaşıyordu? Aşağı inince elindeki çantayı gören Asım yerinde durakladı.
-Hayırdır Nikolas, nereye gidiyorsun?
-Ben artık gideyim, size de rahatsızlık verdim.
-Olur mu öyle şey. Dur bakalım, daha seninle iş konuşacağız.
Nikolas, Asım’ın ne dediğine anlam veremedi. Asım elindeki çantayı alarak Nikolas’ı kolundan tuttuğu gibi masaya tekrar oturttu. Yüzünden heyecan bulutu geçip gitmişti.
-Ee, söyle bakalım Nikolas, Rum mezelerinden neleri bilirsin?
Nikolas biraz düşündü. Babaannesiyle hazırladığı mezeler gözünün önünden geçiyordu.
-Ben, skordaliayı bilirim. Bir de tirokafteriyi. Bunları babaannemle çok yapardık ama başka bilmem.
Asım kafasını olumlu anlamda salladı.
-Benim için yeterli. İşe alındın. Hadi bakalım, tak şu önlüğü doğru mutfağa.
Nikolas ne olup bittiğini anlayamadı. Asım’ın eline tutuşturduğu önlüğü başından geçirerek arka tarafa doğru yürümeye başladı. Hayat ne garipti? Dün geceye kadar biçare sokaklarda gezerken rastgele girdiği bu meyhanede şimdi çalışmaya başlamıştı.
***
Yağmurlar yerini bahara bırakırken Aya Yorgi Tepesi baharın gelişiyle cennetten bir tablo gibi olmuştu. İnsanlar adanın sokaklarında huşu içinde baharın enfes kokusunu içlerine çeke çeke dolaşıyorlardı. Geçen bu bir hafta boyunca Nikolas işi hemen kavramış, Hoşgör Meyhanesi’ne kanı hemen kaynamıştı. Sabah herkesten önce kalkıyor, paspasla meyhaneyi dip bucak süpürüyor, geceden kalma bulaşıkları çabucak yıkıyordu. Örtüleri bile o havalandırıyordu. Asım bile Nikolas’ın işe bu kadar çabuk adapte olacağını tahmin etmiyordu. Nikolas bir haftada meyhanede eli, ayağı olmuştu. Siparişleri almaya onunla gidip onunla geliyordu. Ondan Rum mutfağını öğreniyordu. Kendisi de bütün bildiklerini ona öğretiyordu.
Bir sabah Asım içinde garip bir huzursuzluk hissiyle uyandı. Sanki boğazından yukarıya doğru bir el yavaşça onu boğuyordu. Yatağında doğrularak yanındaki sürahiden su koyarak içti. Yataktan doğrularak aşağı kata indi. Nikolas’ın yatağına baktı ama yerinde yoktu. Meyhaneye inip mutfak kısmına baktı ama orada da yoktu. Sonra dolabın üzerine iliştirilmiş beyaz bir kağıt gözüne çarptı. Kâğıdı eline alıp gözlerini kısarak okumaya başladı.
“Asım Amca, meze için feta peyniri almaya meydana iniyorum. Çok geç olmadan dönerim.”
Asım memnuniyetle kağıdı elinde kıvırarak tezgahın üzerine koydu. Tabakları bulaşıklıktan alarak sularını süzdürdü. Raflara güzelce yerleştirdikten sonra paspası alarak günlük temizliğine başladı. Ondan sonra da babasının fotoğrafını özenle sildirdi. Fotoğrafı eline alıp uzun uzun baktı. Ah Müşfik Efendi ah… Rahat mıydı yerinde? Duvara baktığı zaman çivisinin neredeyse düşmek üzere olduğunu gördü. Tamirat çantasını merdiven altındaki dolaptan alarak çiviyi sağlamlaştıracağı sırada meyhanenin kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Asım ne olduğunu anlayamamıştı. Bakışları güneş ışığından gireni seçemedi. Kafasını iyice yerden kaldırınca iki adamın Nikolas’ın koluna girdiğini ve Nikolas’ın zar zor yürüdüğünü fark etti. Hemen telaşla elindeki tamirat çantasını yere atarak yanlarına koşturup Nikolas’ın oturması için bir sandalye çekti. Bakışlarını Nikolas’ın yüzünden ayaklarına indirdi ve gözleri dehşetle açıldı. Sağ bacağından kanlar dere yolu gibi aşağı doğru akıyordu. İçinden öğürmek geldi. Önlüğünü üstünden çıkardığı gibi yaranın üstüne kapadı. Nikolas’ı kolundan tutmaya çalıştı.
-Haydi kalk, hastaneye gidiyoruz.
Nikolas’ın solgun parmakları engellemeye çalışır gibiydi.
-Dur, Asım Amca. Olmaz. Hastaneye gidersem benim Rum olduğumu gördükleri gibi beni sınır dışı ederler. Ben özür dilerim. Yolda giderken zabitleri görünce heyecan yapıp koşmaya başladım. Yokuş aşağı inerken birden başım döndü. Yerdeki camları fark etmedim.
Konuşurken benzi limon kabuğu gibi sararmaya ve kurumaya başlamıştı bile. Asım ne dediyse de hastaneye gitmeye ikna edemiyordu. Önlüğü iyice bastırarak hemen Doktor Ragıb’ı çağırmak için dışarı attı kendini. Sokakları nasıl koştu, kapıyı nasıl yumruklayarak çaldı kendi de bilmiyordu. Her şey yirmi dakika içinde olmuştu. İçeri geçince hemen Nikolas’ı yukarı taşıdılar. Ragıb yanında getirdiği tıbbi malzemelerle yaradaki cam kırıklarını temizledi ama mutlaka hastaneye gitmelerini söyledi. Asım Ragıb’ın uyarılarını harfiyen not etti. Yaranın nasıl pansuman yapılması gerektiğini, nasıl dezenfekte edileceğini tek tek yazdı. Sabahki iç sıkıntısı belli olmuştu.
Diğer günlerde Asım meyhaneden arta kalan vakitlerinde kendini hemen yukarı atıyordu. Nikolas her geçen gün sanki biraz daha solgunlaşıyor, ruhu biraz daha çekiliyor gibi hissediyordu. Keşke o gün onun yerine malzeme almaya kendi gitseydi diye kendini suçluyordu. Menkıbe Hanım da son günlerde Nikolas’ı benimsemişti. Bazen Asım’ a bırakmadan pansumanı kendi yapıyordu.
Bir akşam meyhane hıncahınç insanla doluyken Menkıbe Hanım kapıdan kafasını uzatarak Asım’ı yukarı çağırdı. Asım ellerini önlüğe silerek yukarıya çıkınca odadan Nikolas’ın iniltilerinin geldiğini duydu. Hemen odaya seğirtti. Yatağın başına diz çökerek oturdu. Menkıbe Hanım’ın o sırada sargı bezini kaldırmasıyla Asım burnunu tıkadı. Yaradan dayanılması zor bir koku çıkıyordu. Yarayı görünce midesi iyice bulandı. Dikişlerin etrafı simsiyah olmuş, cerahat bağlamıştı. Daha önceki gün pansuman yaparken böyle bir şey yoktu. Siyah çizgiler katran gibi yaranın etrafında sıralanırken sarı bir sıvı kenara doğru süzülüyordu. Asım daha fazla kendini tutamadı ve koşarak lavaboya gidip kustu. Elini, yüzünü hemen yıkayıp merdivenlerden uçarcasına inerek Doktor Ragıb’ı çağırdı. Eve gelene kadar sanki yüz yıl geçmiş gibi hissediyordu. Doktor Ragıb yukarı çıkıp muayene ettikten sonra kafasını sağa sola doğru salladı. Asım’ın yüreğinin orta yerine ağır bir taş oturdu. Doktor Ragıb’ın sözleri evin duvarlarına katran gibi sıçramıştı.
-Maalesef yara ağır enfeksiyon kapmış. Ayak kangren olmuş. Hemen hastaneye götürülüp müdahale edilmesi gerekiyor.
Asım o anda nereye tutunacağını bilemedi. Evin duvarları kıskaç gibi bedenini eziyor, parçalıyordu. Hemen Nikolas’ı kucakladığı gibi arabasına bindirdi. Menkıbe Hanım ise dua ederek arkalarından bakıyordu. Nikolas o sırada sayıklıyor gibiydi.
Asım arabayı son gaza kadar kökleyerek hastaneye vardı. Panikten direksiyonu tutan avuç içleri kızarmıştı. Nikolas’ın kuş kadar hafiflemiş bedenini kaldırdı ve bulduğu ilk sedyenin üzerine bıraktı. Hekimler Nikolas’ı fark ettiği gibi içeri taşıdı. Kapanan kapının ardında Asım dizlerinin üzerine yığıldı. Nefesi daralıyor, kısık kısık soluk alabiliyordu. Hastanenin çürümüş bir cesedi andıran duvar rengi içine iyice fenalık getiriyordu. Son zamanlarda olanları düşündü. Nikolas’ın yağmurda kalmış bir güvercin gibi meyhaneye sığınmasını, ürkek bakışlarını ve konuşurken titreyen üst dudağını. Hayat bazı insanlara neden iltimas geçmiyordu? Şu sonsuz fezada her insan bir dünya iken Nikolas’ın dünyasında neler olup bitiyordu? Bazen gece uykudan uyanıp mutfağa indiği sırada Nikolas’ın inlemelerini duyardı. Sanki birilerinden kaçıyor gibi nefes nefese kalır, avuç içi kadar yüreği kim bilir nasıl hızlı çarpardı? Bu birkaç haftada Nikolas’a her baktığında yüreği okyanusuna kavuşmuş yelkovan kuşu gibi çırpınırdı. Adanın “Katip Baba”sı ilk defa kendini bir baba gibi hissediyordu. Şimdi ise oğlu içeride canıyla savaşıyor ama onun elinden hiçbir şey gelmiyordu. Saatler kaplumbağanın sırtında yolculuğa çıkmış gibi aheste aheste ilerlerken kapı birden açıldı. Doktor yavaşça yaklaştıkça Asım’ın sesi biraz daha kısılıyordu. Doktor iyice yaklaşarak başını sağa sola doğru salladı. Bu işlerin iyiye gitmediğini gösteriyordu. Derin bir nefes alarak elini önlüğün cebinden çıkarıp Asım’ın omzuna koydu.
-Üzgünüm ama yara fena derecede enfeksiyon kapmış. Tüm müdahalelere rağmen bacağı kesmek zorunda kaldık. Geçmiş olsun.
Doktor arkasını dönüp beyaz koridorun ucunda kaybolurken Asım’ın kulakları uğuldamaya, insanları beyaz bir çizgi halinde görmeye başladı. Dengesini zar zor sağlayarak ayağa kalkıp Nikolas’ın yattığı odaya gördü. Kapı eşiğinde öylece dikilerek sadece kapının tokmağını izledi. Kırık cesaretini yerden toplamaya çalışarak tokmağı yavaşça çevirdi. Nikolas hareketsiz bir halde yatağın içinde öylece yatıyor, göğsü ritmik bir şekilde inip kalkıyordu. Bilinci daha yerinde değildi. Sağ bacağının dizden aşağısında çarşafın yükseltisi son buluyordu.
***
Doktor iki gün sonra Nikolas’ı taburcu etmiş, Nikolas yeniden Hoşgör Meyhane’sine geri dönmüştü ama içinde kocaman bir boşluk duygusuyla. Eski odasının yerine yatağını daha kocaman bir odaya taşımışlar, onu rahat ettirmek için Menkıbe Hanım’la etrafında pervane olmuşlardı ama bütün çabaları nafile gibi hissediyorlardı. Nikolas her geçen gün biraz daha soluyor, biraz daha eriyip yok oluyordu. Bir sabah Asım mutfakta mezeleri hazırlarken Menkıbe Hanım arkadan yavaşça yaklaştı. Arkasında bir kağıt tutuyordu. Asım’ a bakarak:
– Asım Bey ben bir şey diyeceğim, dedi.
Asım ne olduğuna anlam veremedi. Gözleri kuşkuyla tek çizgi halini almıştı.
-Söyle bakalım Menkıbe’m.
Menkıbe Hanım arkasında tuttuğu hüviyeti Asım’ın eline tutuşturdu.
-Ben diyorum ki Nikolas’ı evlat edinelim. Artık o da bu ailenin bir parçası oldu.
Asım ne diyeceğini bilemiyordu. Menkıbe Hanım’ı kollarının arasına alarak sıkıca sarıldı. Hüviyeti kaptığı gibi mutlu haberi vermek için yukarıya koştu. Koşmasıyla kapının eşiğine mıhlanması bir oldu. Gözlerinin tek gördüğü tavandan sallanan tek bir ayaktı. Ellerini başının arasına alarak oracığa yığılıverdi. Hoşgör Meyhanesi’nde öyle bir feryat koptu ki izi senelerce duvarlarında yankılanıp duracaktı ve seneler sonra kasanın oradaki duvarda bir kişinin daha soluk fotoğrafı yer alacaktı. Üç numara traşlı genç bir oğlan çocuğunun fotoğrafı…